19 Haziran 2012 Salı

1 Hafta Sonra...

  Dünyanın çoğunun yok olduğunu düşünmeye başlamıştım. Dışarda zombiler dışında hareket eden hiç bir şey kalmamış gibi görünüyordu ve ben 7 kişiyle beraber bir evde tıkılı kalmıştım.
  Zombi gerçeğini öğrenmemizin üstünden tam 1 hafta geçmişti ve yiyeceğimiz azalıyordu. Musluk suyunu kullanmıyorduk; içine her şey karışmış olabilirdi. Zaten bu bir haftayı paranoyaklığın sınırında geçirmiştik.
  Gece ışıkları açamadığımız için, duyduğumuz en ufak sesten ürküyorduk. Birimiz tuvalet için ya da su içmek için kalksa, ' acaba içeri zombi mi girdi?' korkusuyla elimizde ne varsa sarılıp saldırmaya hazırlanıyorduk.
  Gariptir; böyle bir şey gerçekten olursa; internet, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarının kopma ihtimali olamaz diye düşünürdüm hep. Yani; sonuçta artık her şey elektronik; eh, insanların biraz kafası çalışıyorsa, bağlantı imkanlarını sonuna kadar korumaları gerekir. Ama demek ki, o kadar da zeki değilmişiz. Büyük ihtimalle o an herkes canını kurtarmak için enikler gibi sağa sola kaçışıp bir yerlerde ölmüştür. Lanet olası ölüm korkusu; hepimizin sonu olacak...
  8. gün; bu paranoyakça düşüncelere son vermek ve yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıkmak zorunda olduğumun farkına vardım. Tabi ki; evdeki kadınlar başlarda çok tehlikeli olduğunu, gitmememiz gerektiğini söyleseler de; aç kalmayı hiçbirimizin gözü yemiyordu. Havanın aydınlık olması bize avantaj sağlayacaktı.
  Evlerdeki sırt çantalarını ve kendimizce silah olarak kullanabileceğimiz bıçak, tornavida, ne varsa yanımıza aldık. İlk gerçek yaşam mücadelemiz başlıyordu.
  Çelik kapının kilitlerini yavaş yavaş açmaya başladım. Her gün kontrol etmeme rağmen; hala apartmanda olup olmadıklarından emin olamıyorum. Kapıyı araladım; ses seda yok. " Çok sessiz olmalıyız. Arkamızdan kapıyı kilitleyin." 
  3 erkek, ellerimizde bıçaklar, sırtımızda çantalar; apartmanın önüne çıktık. Ortalık sessizdi. Rüzgarın sesi; şehrin gürültüsü yüzünden, bu sesi uzun zamandır duyamamıştım. Her an ölme ihtimalime karşı; bu anın biraz olsun tadını çıkarmak için bir kaç dakika rüzgarı dinledim.
 Yanımdakiler ne yaptığımı pek anlayamadıklarından ve ses de çıkarmak istemediklerinden, beni dürtüp duruyorlardı; " Gabriel; hadi, gitmek zorundayız." Haklılardı; bir an önce kendimize yiyecek bulmak zorundaydık.
  En yakın süper market; ortalama 250 metre mesafedeydi. Normal şartlarda bu çok kısa bir mesafe gibi görünebilir; ama etrafınızda sizi yemek için dolaşan yaratıklar varken o kadar da kısa bir mesafe olmuyor. Olabildiğince dikkat çekmeden ilerlemek zorundaydık. 
  Yürümeye başladık. Bir elimde ekmek bıçağı, sırtımda kılıç gibi bağladığım süpürge sapı ve neden taktığımdan pek de emin olmadığım bandanayla; 'savaşçılık' oynayan küçük bir çocuğa benziyordum. Sanırım kendini olaya biraz fazla kaptırmıştım. Aslında hayalini kurduğum anlardan biriydi bu; ama gerçek olacağını hiç düşünmemiştim.
  ilk köşeyi döndüğümüzde, yerde yatan cesetler görmeye başladık. Cadde boyunca rast gele serilmiş cesetler. Parçalanmış, uzuvları yenmiş, organları çıkarılmış insan cesetleri... Kusmamak için kendimi zor tuttum; görüntü ve koku kendimi tutmamı zorlaştırıyordu ama devam etmeliydik. Bundan sonra karşılaşacağımız şey tam olarak buydu.
  Biraz ileride bir polis arabası gördüm. Yanında yatan polis cesedinin elinde bir 'Mega 2000' vardı. Şu an ihtiyacımız olan son şey çok ses çıkaracak bir silah ama kendimizi korumanın en iyi yolu, elimizde silahlar olmasıydı. Cesedin yanına yavaş yavaş yaklaşmaya başladım. Arabanın kapıları kapalıydı ve camlarından içini göremiyordum. Polisin gerçekten ölü olduğundan da emin değildim.
 Aklımdan geçen bin bir çeşit saldırı görüntüsü eşliğinde, cesede yaklaşmaya devam ediyordum. Ortalama 10 metrelik mesafeyi bebek adımlarıyla kat etmek gereğinden fazla zamanımı almıştı. Sırtımdaki süpürge sapını çıkardım ve silaha doğru uzattım; 2 metre uzağımdaki ceset ve polis arabası ile aramda sadece bu sopa vardı...