29 Ekim 2011 Cumartesi

Öncelikle şu dün gece anlattığım meseleden konuşalım...

  Efendim; dün gece 'Kırmızı' adlı arkadaşımda kalmak suretiyle sabahladım. Tabi uykusuzluk sebebiyle beynin yorgunluk belirtileri göstermeye başlaması pek de sürpriz olmadı.
  Bilmeyenler için küçük bir açıklamada bulunayım; beyne restart atmadığınızda ( yani adam gibi yatağa yatıp yeterli uykuyu almadığınızda) , beyin yorgunluğu baş gösterir. Bunun sonucunda kişide saçmalama, hayaller görme, cümlelerde tutarsızlık, konuşma sırasında 2 - 3 saniyelik duraklamalar görülür. Aslına bakarsanız beden yorgunluğunda yaşanan saçmalıklardan çok da farklı şeyler yaşanmaz... 
  Bu kadar açıklamanın şimdi yazacaklarımın nereden, nasıl, neden ortaya çıktığını anlamanızı sağlayacağına eminim. O yüzden, eğer ayaktaysanız oturun; oturuyorsanız yanınızda mendil olup olmadığından emin olun. Zira ya gülmekten altınıza yapacaksınız; ya da siz de benim gibi biraz kaçıksınız...
  Son 1 haftadır, ünlü korku oyunu ve filmi serisi Resident Evil ( Türkçeye ' Ölümcül Deney' olarak çevrildi)'in pençesindeyim. Konuyu bilmeyen kalmış mıdır emin değilim ama, en kısa halini söyleyeyim; Amerikalı dingil bilim adamları biyolojik silah yapıcaz derken, dünyanın sonunu getiriyorlar.
 Düşünün; sizin dışınızda tanıdığınız tanımadığınız herkes beyninizi yemek isteyen vahşi, saldırgan, beyinsiz yaratıklara dönüşmüş. Bu yaratıklar canlı değiller; tek olayları beyin yiyebilmek için hareket ediyor olmaları. Kısaca insanlığın büyük bir kısmı ' zombi' olmuş ve bok varmış gibi siz hayatta kalmışsınız.
  Tabi; Tanrı'nın tek sevgili kulu ( gerçi böyle bir ortamda canlı kalmış olmak nimet midir bilemiyorum) siz değilsiniz ama, muhtemelen sizin durumunuzdaki herkes Hz. Yusuf'u anma aşamasını geçip, saklanacak güvenli bir yer aramaya başlamıştır. 
  Şimdi; 'bu kadar şeyi neden anlattın birader?' derseniz, dün gece ' Ben olsam ne yapardım' konulu seminerimle arkadaşımın beynini yemeye çalışan zombilerden birine dönüştüm. Fikirlerimi size de anlatmazsam kendimi suçlu hissedecektim. Yanınıza gerekli teçhizatı aldınız değil mi? O zaman başlıyorum efendim...
  Uyandım; sıradan bir gün. Annemin odasının kapısını açtım; mışıl mışıl uyuyor. Demek ki erken uyanmışım. Bilgisayarı ve modemi açıp masaüstü ekranının gelmesini bekliyorum. Evet, internete bağlandım. Önce bir Facebook'a bakmak lazım. Bildirimler, mesajlar falan vardır illa ki. Sayfa açıldı; o ne lan öyle?? Hass..ktir!! Ne zombisi lan?? Yok lan şakadır bu herhalde. Birileri t.şak geçiyor canım. Zombi diye bir şey yok bir kere. Dur bakalım, sayfayı biraz aşağıya indireyim. Eee, herkes zombi haberleri paylaşmış. Aha! Bir video var; e açalım madem... Oha! Taksim meydanına bak!!! Bildiğin zombiler insanlara saldırıyor lan! Türkler zombi filmi mi yapmaya karar verdi acaba? Ama yok lan; bu parçalanmalar falan çok gerçekçi...  Anne! Anne uyan! Anne uyanman lazım!! Ne demek ne var?? Bütün gece nette değil miydin? Görmedin mi bunları?? Haa; tamam ya kızma... Ya anne geç onu şimdi; adamlar zombi diyorlar, Taksim'de insanlara saldırıyorlar diyorlar. Anne sana film gibi mi geldi bunlar?? İyi gel benimle!!
  Annemi tuttum kolundan ön balkona doğru sürükledim. Ufaktan penceredeki tülü araladım. Ahan da oradalar!! Mal mal, oradan oraya yürüyorlar. Gördüm mü annecim? İşte bu, ayvayı koçan moçan ne varsa yediğimizin resmidir... 
  Anne dur! Panik yapmamamız lazım... Kapı kilitli değil mi? Hemen gittim kapıyı kontrol ettim; iyi ki şu çelik kapıyı taktırmışız. Kilitleri sessizce kilitledim. Kapının deliğinden apartman boşluğuna baktım; ışık yok. Demek ki binada hareket yok. Güzel. Anne; mutfağa girip bir bakar mısın? Ortalama kaç günlük yiyeceğimiz var? Ben de yavaşça panjurları indireyim. Evin sokağa bakan kısımdaki panjurlarını sessizce indirdim. Bahçeye bakan kısımdakiler açık kalabilir; ama perdeleri açmamak lazım. Hass..k! Arka balkon!! Hemen Arka balkona koştum. Neyse, ortalıkta kimse görünmüyor. Bu alt komşuya zamanında yeterince küfür etmedim ya şu çıkıntıları yaptırdığında... Neyse, apartmanı kontrol etmem gerekecek... Anne, sen evde kal; şu arka balkonu kapatmamız lazım bir şekilde. Ama dikkat et dışarıya görünme tamam mı? Ben apartmanı kontrol edicem...
  Bir elime fener, diğer elime çekmecedeki ekmek bıçağını aldım ( ekmek bıçağıyla ne yapacaksam...). Kilitleri sessizce açtım. Kapıyı aralayıp apartman boşluğuna feneri tuttum... Hareket yok... Kapıyı biraz daha açınca otomatikler yandı; hâlâ ses yok. Güzel; apartmanın içi temiz. Yan komşunun kapısını çaldım. Açan olmadı. İçerden ses de gelmiyor. Belki tatile gitmişlerdir. Son baharda kızının yanına gider genelde. Hadi diğer katlara bakalım...
  Bütün katları dolaştım. Toplamda 8 kişi olduk. 2 çocuk, ben dahil 3 erkek ve annem dahil 3 kadın. 
  Burada biraz ara vermek istiyorum. Roman yazarı tarafım kendini göstermeye başladı ki bu , yazının uzun süreceği anlamına geliyor... Haydi şöyle bir şey yapalım; devamını duymak isterseniz bunu bana bildirin, ben de size hikayenin kalanını anlatayım. Ne dersiniz?

25 Ekim 2011 Salı

Olur gibi lan aslında...

Tabi şimdi trende kadıköye giderken yazı yazmak da nerden çıktı diyeceksiniz. Bir anda beliren düşünceleri kelimeye dökebilmektir yazma yeteneği. Öyle saatlerce düşünüp ölçup biçip yazmak yetenek değil bilimdir. Eee ben bilim adamı değilim, kendimce sanatçıyım. O yüzdendir ki, aklına geleni söylemekten farkı olmayan bu fütursuzca hareketi de içim rahat bi şekilde yapıyorum. Biri bok atarsa ' zaten bütün sanatçılar biraz delidir' savıyla götümü kurtarabilirim. Bu arada bugün en sevdiğim ulaşım yolları olan treni ve vapuru kullanıyorum, bu yüzden de gayet mutluyum. Hatta baya baya mutluyum lan! Trenle ve vapurla yolculuk yapmak çok keyifli bi kere! İkisinde de bir sağa bir sola sallanıyorsun ve ölücem diye korkmuyosun. Otobüs öyle mi: biraz fazla göt atsa bizim götümüz çıkıyo çarpıcaz diye. Bence otomobiller yasaklansın, alayı geri dönüşüme sokulsun; tren metro vapur ve motorsiklete geri dönüştürülsün. Cidden daha güzel olmaz mı lan? Bak tek başına bi yere arabayla gidiyorsun, 30 TL benzin gidiyo ( istanbul şartlarında) otur adam gibi metroyla git motorsikletle git. Ulan hiç birini istemiyorsan bisikletle git spor yap da şu götünü küçült biraz! ( hayatımdaki koca popolu hatunlar ola ki bu yazıyı okursanız lafım sana değil; alınma yani )

Not: Bu yazı saat 13:30 civarı yazıldı; anca eve geldim. O yüzden şimdi eklendi. Açıkladım; mutluyum...

23 Ekim 2011 Pazar

Valla ben böyle düşünüyorum!

  Şunu anladım ki, ben düzenli ilişki adamı değilim. Ya imkan olmuyor; ya hatun olmuyor. İkisi bir arada daha denk gelmedi bana. Bu bir şans mı şanssızlık mı çözemedim ama pek de sıkıntısını yaşamıyorum ne yalan söyleyeyim. Düşünsene abi; para var, hatuna harcıycaksın. Yok şuraya gidelim, yok bana şunu al, aaa hayatım bu çok güzelmiş... Yok lan; hatuna özel olarak para harcamak iş değil...
  Ama hatundan hatuna da fark var di mi lan? Yani para harcanacak hatun var, harcanmayacak hatun var. Şimdi şöyle aklı başında, sohbeti güzel bi hatunla bi yerde oturup iki bira içmek adama koymaz. Ama tutup da hadi cluba gidelim dans edelim kafa s.kelim diyen hatunla da bi yere gitmek adama koyar yaw! Hemen bir hesap çıkartıyorum; 2'şer biradan 4 adet bira 12 lira ( nerde içeceğini bilirsen tabi), cluba iki kişi gitmek en az 200 lira ( nereye gittiğin pek fark yapmaz). Peki, kar-zarar tablosunu göz önüne alırsak; 2'şer bira içtiğin hatunun dostluğunu, bir ihtimal kalbini kazanma şansın ortalama olarak % 60, cluba gidip içip sıçtığın hatunun dostluğunu ya da kalbini kazanma şansın ( en azından benim için) %20. Bu durumda mantık ne der; ' kâr nerde fazlaysa orda dur' di mi? O zaman napıyoruz abi; ben hatunları götürüyorum bara, ufaktan kafa çekiyoruz. Sonra da duruma bakıyoruz; dost mu, tırt mı ( dikkat ettin mi; sevgili mi diye yazmadım bile, çünkü bu ortamdan aşk çıkma ihtimali %10. Tecrübeyle sabit ).

Evet, 2. kez cinayet işledim...

  Herkesin bir unutma yolu vardır; ben öldürerek yapıyorum. İlk sevgilimi unutmak için öldürmem gerekti. Evet kolay olmadı ama bir şekilde toprağın altına soktum. Şimdi de son sevgilimi öldürdüm; nasıl mı?
  Açıklayayım efendim; hayatıma giren kadınlara her zaman farklı bir kimlik veririm; ilk sevgilimin iki ön adı vardı. Ben Hep ilk adını kullanırdım. Diyelim ki adı Ayşe Fatma Özer... Beni terk ettiğinde ( bu arada önemli bir ayrıntı vereyim, %90 terk edildim... ) dedim ki kendime; " Ayşe Özer artık yok! O çoktan öldü; evlenen hatun o değil. Fatma Özer evlendi; Ayşe Özer ise öldü. Allah rahmet eylesin..."
  Son sevgilimin adı ( bizim verdiğimiz adı) bir melek adıydı tahmin edebileceğiniz gibi. Şimdi kendime bunu kabul ettirmeye çalışıyorum; " O kanatlarını kaybetti ve cennet bahçesinden düştü. Artık öyle bir melek yok..."
  Sapıkça geliyor di mi? Hayır değil! Uzun zaman oturup ağlaya zırlaya kafa çekip sigara pöfürdetmektense ( ki bu ara çok sakat; malum zamlar ağzımıza s.çtı) öldürüp bir daha olmayacağını kabullenmek ve hayata devam etmek daha mantıklı! Ha bunu sen yaparsın yapmazsın; bana ne lan?! Sen acı çekmekten memnunsan ben napiim??

Peki şimdi napıyorum?

Evet, saat sabahın 5'i ve ben hala oturmuş yazı yazıyorum. Arada da kahvemi yudumluyorum. Ama sigaram bitti arkadaş! 'Sigarasız kahve bi boka benzemiyo' diyesim geldi bi an ama vaz geçtim. Kahveyi yanlız da seviyorum lan ben! Al sana manidar bir cümle; " Sensiz, sigarasız kahve gibiyim, yalnız da seviliyorum." Aslında güzel kapak olur bu cümleden haaa. Düşünsene, eleman günlerdir yalvarıyo ' Nolur dön! Çok seviyorum inan! Bak çok pişmanım...' falan diye; yapıştırcan bu lafı, ondan sonra kudursun yavşak!
  Ben çok sinirleniyorum lan öyle dallamalara! Önce bi bok ye, ondan sonra gel yalvar; yok ' Bi hata yaptım', yok ' Ben sensiz yaşayamam', yok 'Bana senden başkası bakmıyo'... Gerçi bu sonuncuyu kimse kendine yedirip söyleyemez ya; neyse...
  Bu arada; bok varmış gibi, dün akşam arkadaşın bilgisayarına format attık. Tabi uğraşması bana kaldı... Herif döndü kıçını uyudu; ben oturdum başına uğraşıyorum. Sürücüleri bul, biçimlendirmeleri yap, torrentleri kontrol et, performans testi yap. Ulan ben kendi bilgisayarımla bu kadar uğraşmadım be! Daha geçen ay bi format attım; o da lazımdı yani. Nerdeyse 2 yıldır format yemiyodu lan bilgisayar! Gerçi bütün müzik arşivimi silmek zorunda kalmak biraz acı koydu ama... Allahtan limitsiz internet ve torrent var; yoksa götüm yemezdi öyle bişey yapmaya...
  Bi yarım saat kadar ara verdim yazıya çünkü indirdiğimiz oyun yüklendi. Dayanamadım oynamaya başladım. Kafadan 3 bölüm geçtim. Biri beni durdursun demeye kalmadı, bilgisayar beni durdurdu; hata verdi şerefsiz! Tam da almıştım gazı gidiyodum lan!!
  Eh artık uyuyim ben yoksa bütün boşa gidecek. Ya da bi kahve daha mı içsem lan?? O Ara oyuna da bakarım biraz... Neyse dur bakalım...

Dur önce bi neler olduğunu konuşalım...

Bu kadar zamandır internet kullanıp da bir tane bile blog açmayan bir şahış olarak; kendime ve potansiyel okuyucularıma bir açıklama yapmak zorunda olduğumu hissettim; ahan da açıklıyorum...
 Efendim bendeniz, Gabriel ( türkçesi Cebrail'dir; kendisi önemli bir baş melektir ayıptır söylemesi) adını aldığımda ( daha doğrusu kendime bu adı takma cesaretine ulaştığımda ) sene 2008 idi. Ondan öncesinde zaten meleklere karşı engel olamadığım bir takıntım vardı ( bu takıntının kaynağı sanırım Buffy The Vampire Slayer'da David Boreanaz'ın canlandırdığı 'Angel' karakteri. Vampirizm takıntımın da kaynağının aynı olduğunu duymak sizi çok şaşırtmaz herhalde... ).
 Daha şimdiden sıkıldın mı? Evet çok fazla parantez açıyorum; sürüsüne de açıklama yapıyorum. Ama bunu iyi bir amaç için yapıyorum; iki ay sonra bana gelip de ' ya birader sen böyle böyle diyon da; nerden çıktı bu melek vampir ayakları?' deme diye yapıyorum. Evet; aynı şeyi 1000 kere söylemekten hoşlanmıyorum, bi kerede toptan temizliyorum; ne var?
 Tamam konuyu çok dağıtmayalım. 2008'in bir yerlerinde ( tam tarih vermiycem bana ne...) Bana çok benzeyen biriyle tanıştım. Huyu suyu, şuyu buyu her şeyi bana yakışan bi karşı cinsten bahsediyorum. Sohbetimiz keyifliydi, zevklerimiz yakındı. Ama en önemlisi, takıntılarımız aynıydı.
 Dedik bu iş böyle olmaz, ikimiz de meleğiz madem, isimlerimiz nerde? Ahan da o gün Gabriel doğdu.
 Şimdi diyeceksin ki, 'Ulan godoş; kendini melek ilan ederek zaten götlük yapıyon, bi de Gabriel'e mi bulaşıyon?' Canım benim; Gabriel çok sık kullanılan, unisex bir isimdir. Malum Cebrail adında bir sürü insan var Türkiye'de; yani ortada sıkıntı yok. Hem bu benim yasal hakkım arkadaşım; Norveç Vatandaşı bir kişilik olarak, devlet bana bu ismi kullanma izni vermiş. Sana mı sorucam lan daha?
 Dur dur; kendi kendime gerilim yaratıp konuyu dağıtıyorum. İşin önemli kısmına daha gelmedim. 2011'e geldiğimizde, benim bu über uyumlu olduğum şahış, en sıkıntılı olduğum dönemde, beni aldatmayı tercih etti ve ilişkimizin sonlanmasını sağladı. "Tamam," dedim; sonuçta mutluluğu başka yerde bulmuş canım! Daha bana bok yemek düşer; di mi?
 İşte ben de o boku yedim efendim; aradan 7 ay geçti, ben çok lazımmış gibi kendisine bir şekilde ulaştım ve ne göreyim? Alnında kocaman harflerle bir isim. Altında da " Alın Yazımsın" diye bir yazı.
 İşte Gabriel o an dedi ki; artık yeter! İçime atacağım kadar attım! Artık sesini çıkarma vaktidir! Saklanmaktan vaz geçip, dünyaya ayak basma vaktidir!
 Evet abi, bu kadar şeyi o an kafamdan geçirdim. Aha şimdi de buraya geçirdim. İyi olmadı mı lan ?! Ben biraz rahatladım valla... Ama bu iş burda bitmez; daha anlatacaklarım bitmedi...