19 Aralık 2011 Pazartesi

Teşekkürler...

  Öncelikle 18 Aralık 2011 saat 00:01'den itibaren doğumumu kutlayanlara teşekkür ederim. Ama esas teşekkürü annemi kutlayanlara ediyorum. Çünkü mesele benim doğabilitem değil; annemin bilmem ne kadar karnında taşıyıp sağlıklı doğurmuş ve bakabilmiş olması. Ama benim tartışmak istediğim başka bir konu var...
  Bundan bilmem kaç sene önce iki insanın aşka gelip sevişmesi sonucunda dünyaya geldik hepimiz. Ben bunun için kutlanmayı kabul etmiyorum arkadaş! Bir kere; ben mi karar verdim dünyaya gelmeye? Olay anında ben de mi ordaydım? Herhangi bir katkım oldu mu?
  Hepsinin cevabı hepimiz için hayır; değim mi? Aranızda 'Evet' diyen varsa uyandırayım; sen peygambersin, haberin yok.
  Konuyu bağlamak istediğim yer başka aslında. Fazla uzatasım yok. O yüzden doğrudan söyleyeceğim; 'Özgür İrade' diye bir şey duydunuz mu hiç? Hah; işte, an itibariyle özgür iradenin mantığını kırmış bulunuyorum. Şöyle ki; hiç birimiz 'Özgür İrade'mizle dünyaya gelmedik ve hiç birimiz 'Özgür İrade'mize göre hareket etmiyoruz. O yüzden de aslında hiç birimiz 'Özgür' değiliz; taa ki 'Ekonomik Özgürlük'ümüzü kazanıp, paramızı kafamıza göre harcayana kadar. Ama bok varmış gibi, evlenip çocuk yaparak bu durumu da ortadan kaldırıyoruz; hem de toplamda 3 dakikalık zevk için... Yani hayatımızın en fazla 3 yılını 'Özgür' yaşıyoruz.
  Biliyorum kimsenin hoşuna giden şeyler değil bunlar ama birinin hatırlatması gerektiğini düşündüm ve günah keçisi oldum.
 Hepinizi seviyorum... Özgür bir yaşam için; evlenmemeyi seçin...

7 Aralık 2011 Çarşamba

İntihar...

  Bu ara herkes intihar edeceğini söylüyor. Cidden merak edip araştırdım demek isterdim ama hiç öyle bir araştırmaya girişmedim; neden herkes bunu düşünüyor diye. Ama aklıma bir şey geldi; belki intiharı, az çok nedenlerini, yöntemleri ve sonuçlarını yazarsam, karar verme sürecini mantıksallaştırabilir ve hızlandırabilirim.
  O zaman başlayalım; intihar nedir? İntihar; kısaca, kendini öldürmektir. Dünya ile tek bağlantımız olan bedenimize zarar vermek sureti ile vücudun doğal işlevlerini gerçekleştirmesini engellemek amacıyla sisteme müdahale etmektir ( devrimci kardeşlerim; sizin anladığınız gibi bir sistem müdahalesi değil bu; üzgünüm).
  Dallanıp budaklandırmaya gerek yok; temel olarak intiharın ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki neden kişi intihar etme kararı alır?
  En belirgin sebep; kişinin dengeli zihin yapısını kaybetmesidir. Örneğin; boşanma, aldatılma, sevilen bir kişinin ölümü gibi büyük travmaların yanında; sevgiliden ayrılma, dersten düşük not alma, oda cezası alma gibi tırt sebeplerden de bu zihin yapısı bozulabilir. Travma ile sonucun orantısı; insanın karakterinin gücü ile orantılıdır. Örneklemek gerekirse, annesinin trafik kazası geçirişine şahit olan, güçlü karakter sahibi kişi intihara meyil etmeyi düşünse de uygulamazken; dersten düşük not alan zayıf karakterli kişi bunu düşünmekle kalmaz, uygulamaya geçer.
  Peki travmanın büyüklüğü neye göre hesaplanır? Bunun için kesin ölçütler olmamakla birlikte; sosyal çevrenin ve yetiştirilme tarzının durumu kişisel ölçütleri belirler. Örneklemek gerekirse; zorla kendinden yaşça çok büyük bir erkekle evlendirilen bir kız çocuğunun içinde bulunduğu duruma ve aile baskılarına dayanamaması sonucu intihar etmesi, çoğu kişinin yadırgamayacağı bir olaydır. Başka bir örnek ile, aldatılan bir kadının intihar etmesi çoğu kişi tarafından yadırganabilecek bir eylemdir.
  Zihin yapısının bozulması durumunda kişinin karar verme yetisindeki dengesizlik göz önüne alındığında, mantıklı düşünce bu kişilerden beklenebilecek son şeydir. Ancak bu yeti; yine kişinin karakterinin gücüyle doğru orantılı olarak gözlenebilir.
  İntihar etmek genel olarak acılı yöntemler gerektirmektedir. Ancak olayın sonucu düşünülerek, yöntemlerin yaşatacağı acı faktörü göz ardı edilir.
  İntihar için kullanılan yöntemlere örnek vermek gerekirse; en yaygın olanları, aşırı dozda ilaç tüketimi, bileklerin kesilmesi, tabanca ile beyine ya da kalbe sıkılan tek kurşun, yüksek bir noktadan serbest dalış, tavana ya da yüksek bir yere bağlı ilmeği boynuna geçirmek sureti ile kendini asmaktır. Daha yaratıcı yöntemlerle intihar edenler de mevcuttur tabi ancak temel yöntemler bunlardır.
  İntihar anında yaşananları tam olarak açıklamam mümkün değil. Ancak yaklaşık olarak, sancılı karar süreci, yaşananların flashback ( hızlıca gözünüzün önüne gelmesi diyelim) şeklinde hatırlanması, sonrasında kararın verilmesi ve yöntemin uygulanması, yönteme göre acı çekilmesi, verilen karardan pişmanlık duyulması ve sonrasında derin bir boşluk olduğu söylenebilir.
  Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama, yukarıda ' verilen karardan pişmanlık duyulması' diye bir parça var. Bu duygu hiç bir zaman değişmez. İster inanın ister inanmayın; intihar eden herkes yaptığı şeyden pişmanlık duyarak dünyadan ayrılır. Çünkü son noktaya geldiğinizde, arkanızda bıraktığınız insanları ve bir sürü potansiyele sahip koca bir hayatı hatırlarsınız.
  Arkanızda kalan insanlar konusuna açıklık getirmek gerekirse; size değer veren kişiler intihar haberinizi aldıktan sonra tarifsiz acılar yaşayacakları bir döneme girerler. Bir süre sizi, çevrenizdekileri ve  tabi ki kendilerini sorgularlar. Bazıları başvurduğunuz yönteme başvurmak isteyecektir. Bazıları kabullenme sürecine gireceklerdir. Sonrasında hayatlarına kaldıkları yerden devam edecek, ama sizi hep akıllarında tutacaklardır.
  Samimiyetinizin çok olmadığı kişiler, haberi aldıklarında tabi ki üzüleceklerdir. Ancak tepkileri diğerleri kadar büyük olmayacaktır; kısa bir yas döneminden sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdir.
  Hayatın sahip olduğu potansiyeli görebilmek yetenek işidir. Maddi olarak sınırsız imkanlara sahip olmayabilirsiniz; ama hayatın size sunabileceği, düşündüğünüzden çok daha fazla şey mevcut. 25 yıldır fakir bir hayat sürmenizi izleyen hayat, bir anda zenginliğin kapılarını açabilir. Mutluluğu hiç tatmadığınızı düşündüğünüz bir anda, hayatınızın aşkıyla tanışabilirsiniz. O güne kadar hiç görmediğiniz güzellikleri görebilir, hiç tecrübe etmediğiniz mutlulukları ve zevkleri tecrübe edebilirsiniz.
  Bunların yanında, şimdiye kadar yaşadığınız acılardan sıkıntılardan çok daha büyüklerini de yaşamak zorunda kalabilirsiniz. Ama işin esprisi de burada zaten; hayat kocaman bir kumarhanedir. Bazen oyunu siz seçersiniz; bazen de zorla oyun masasına oturtulursunuz. Ama masaya oturduğunuz anda, oyunu kazanıp kaybetmek sizin yeteneğinize bağlıdır. ( kasa her zaman kazanır diyenleri duyar gibiyim; hatırlatayım, hayatın sizden bir şey kazanmaya ihtiyacı yoktur...).
  Bu kumarhaneye kendi isteğinizle giremezsiniz ama çıkabilirsiniz. İşin pis tarafı, çıkarsanız bir daha giremezsiniz.
  Şimdi düşünün; kumarhaneyi terk edecek kadar korkak mısınız, yoksa oyunu bitirecek kadar yürekli misiniz? Kararınızı verebilmek artık daha kolay olacaktır...

4 Aralık 2011 Pazar

Teşekkürler kişiliğim...

  Son bir görevim kalmıştı; onu da hallettim. Artık içim rahat. Aslına bakarsanız kendimi arınmış hissediyorum.
  Bir genelleme yapalım; bir insana karşı aşk, sevgi, nefret, öfke yani her hangi bir duygu hissediyorsanız, onu aklınızdan çıkarmış sayılmazsınız. Ondan nefret bile ediyor olsanız, sonuçta onu aklınızda tutuyorsunuz demektir. İşte benim arınmamı sağlayan şey; o öfkemi ve o büyük nefretimi tamamen kenara atabilmiş olmam. Hani vardı ya, 'O'; işte artık ona karşı hiç bir şey hissetmiyor olmam.
  Bir kaç gün öncesine kadar, saygımı yitirdiğimi fark etmiştim. Açıkçası içimde öfke ve nefret de vardı. Bir sebepten bir araya gelmek zorunda kaldık tekrar. İçimde korku vardı; kendimden emin olamamanın korkusu. Yanlış anlamayın sevgili okurlar; korkum duygularım bazında değil, hareketler bazındaydı. Yani yapabileceklerimden çekiniyordum. Ama korkularım yersizmiş; kendi çapımda sağlam olduğunu düşündüğüm kişiliğim beni yarı yolda bırakmadı. Adabımla gittim; adabımla oturdum, sohbet ettim ve evime döndüm. Gerektiği kadar konuştum, gerektiği kadar baktım, gerektiği kadar sustum.
  Onca zaman sonra ilk defa kendimle gurur duydum. Teşekkür ederim kişiliğim; beni hiç yarı yolda bırakma. Bu hayatta sana çok ihtiyacım var...

28 Kasım 2011 Pazartesi

Tabi ama şimdi...

  Geldiğimden beri Büyük Cadı'yla sürekli atışma modundayız. Daha doğum gününde başladı hanımefendi beni sinir etmeye. Neymiş efendim, o garson çok yakışıklıymış; yok bilmem neymiş. Sen beni katil mi edeceksin kız! Yok öyle benim yanımda milleti beğenmeler falan! Ben senin yanında hatunlara sarkıyor muyum? Vallahi kardeş falan dinlemem kırarım bacaklarını!
  Bakmayın bu kadar atarlandığıma.Büyük Cadı da ben de bekarlığın keyfini sürüyoruz bu ara. Hatta duruma bakılırsa ikimizin de pek niyeti yok gibi birileriyle takılmaya. Gerçi onun bi 'Supi'si var ama; bilmiyorum artık ne olacak muhabbetlerinin sonu...
  Bu arada benim de bir talibim oldu gibi ama olmadı gibi de. Yani ev halkına göre hatun benden hoşlandı da; ben pek konduramıyorum bu ara bir hatunun benden hoşlanabilme ihtimalini. Yok yani hoşlandıysa gururum okşanır tabii de; bu sefer Büyük Cadı benim bacaklarımı kırar gibi geliyor bana...
  Haydi sonumuz hayır olsun...

Ve Gabriel İzmir'e ayak bastı!

  Ayın 18'inde, aynı bu yazıya giriş yaptığım gibi ani bir şekilde İzmir'e gitme kararı vermemdeki en önemli sebep; Büyük Cadı'mın ertesi gün doğum günü olmasıydı. Ve kararımı sonuca kavuşturma arzumun tavan yaptığı saniyelerde, dış kulvardan atak yapan dostum Baş Deli golü bulduran ortayı yaptı.
  Tabi, şimdi açıklama yapmak lazım biraz. Ufaktan ufaktan yapayım, sonra konu farklı yerlere kayacak çünkü.
  Büyük Cadım; İzmir'de yaşayan Jüli Ablamın büyük evladı. Kendisi 17 yaşını doldurmak sureti ile iyice genç kız oldu. Tabi; serpilip güzelleştikçe benim 'ağabey'lik damarımı da iyice kabartmaya başladı zilli. Bir de gıcık; bir de gıcık, sormayın gitsin. Cidden sormayın ama, sırayla anlatacağım çünkü.
  18 Kasım saat 23:30'da otobüse binmek sureti ile yola çıktığımda, heyecan kat sayım artık bokunu çıkarmaya başladı. Her şeyden önce, İstanbul Cehennem'inden bir süreliğine de olsa uzaklaşıyorum. Bak tamam, İstanbul'da bıraktıklarımı özleyeceğim ama, neredeyse bir yıl önce İzmir'de bırakıp geldiğim şeyleri çoktan özledim Hem, Türkiye içerisinde yaşamak istediğim tek şehir İzmir. Tabii ki İzmir'e gideceğim diye heyecan yaparım; bu da benim en doğal hakkım! Hıh! ( Tribal ifade...)
  Ama bak hakkımı yemeyin, asli görevim olarak arkamda bıraktıklarıma mesaj çektim; 'Hakkınızı helal edin' ,  'İstanbul size emanet' diye. Yani sakın kimse bana laf etmesin! Anlaştık mı? İyi...
  Sabah saat 7:00 da İzmir'e geldik. Buçuğa kadar, gelmeyecek otobüslerin yolcularını bekleyen servisin hareket etme lütfunda bulunmasını bekledikten sonra, 8:00 civarında Jüli Abla'nın evinin kapısının önünde buldum kendimi. Pek tabii olarak zili çaldım; açan yok. Dedim ' Eee normal bu saatte, uyuyorlardır ama geleceğimi biliyorlar; uyanır şimdi biri'. İkinciye bastım; içeriden ses falan da gelmiyor. Hani biri kalkıp dikiz deliğinden de bakmıyor. Baktım olacak gibi değil; koydum sırt çantamı kapının önüne, deri montumu da çıkarıp attım çantanın üstüne. Yani bildiğin konaklama moduna girdim kapı önünde. Gerçi, bir hafta öncesinden tecrübeliyim kapıda kalma konusunda ya, neyse şimdi o başka bir konu...
  Üçüncü kez kapıyı çalışımda, Haşmetlum ( Jüli Abla'mın ev ahalisi arasında lakabı 'Padişah'tır; ben taktım o lakabı da! Ohh !) uyanmış, kapıyı yarım aralamış. Bir karartı fark edince 'Hah' demiş, 'geldi çocuk'. "Hoş geldin Gabriel; gel içeri" dedi ablam, gayet sakin bir tonlamayla. Sanki Şubattan beri görmediği oğlu değil de dün işe yolladığı oğlu gelmiş eve. "Gir gir, al çantanı da koy şuraya" dedi. Ben tabi içimden 'noluyo lan; rüya falan mı sanıyor acaba' diyorum ama alakası yok.
  Neyse, öptüm sarıldım falan. Tabi ben diğer ablamı bekliyorum. Fazla beklemem gerekmedi, evimizin ikinci direği 'Elinala' geldi. Sarıldık öpüştük onunla da. Meğer evdeki herkes geç  yatmış; o yüzden kimsenin başını kaldıracak hali yok.
  Baktım çocuklar ortalıkta yok; sordum 'neredeler?' diye, uyuyormuş benim danalar. Baktım saat 8:00. Dedim olmaz, uyanacaklar. Abileri gelmiş uyumak da neymiş? Gittim odalarına, açtım kapıyı; " Eee, hani saat 8'de kutlama vardı? Hala uyuyorsunuz?"
  İlk Alfonzo'nun ( küçüğümüz) gözler açıldı. İnanamadı bir türlü; " Gabriel abi?" diye bi çığlık koptu.
  Violin ( ortancamız) her zamanki sakinliğiyle şöyle bir doğruldu; " Gabriel abi..." dedi. Aynı sakinlikle geldi sarıldı; yanaklarımdan öptü.
  Eee; peki Büyük Cadı ne yaptı? Hemen söyleyeyim; şöyle bi baktı, sonra döndü arkasını uyumaya devam etti... Evet; yaptı bunu. Bildiğin dumur oldum ama belli etmemeye çalışıyorum. Hayır sesleniyorum takan yok! Baktım kalkmıyor; uzandım yanına açtım kafasına kadar çektiği yorganı, " uyansana hanımefendi! Abin geldi!" dedim.
  " Gabriel abi. Sen misin gerçekten?" dedi.
  Çocukların odasından çıktım salona geçtim. Jüli'yle sohbet etmeye başladık. Bir süre sonra çocuklar geldi. Büyük Cadı kapıdan şöyle bir baktı; " Anaa; gerçekten burdaymış ya lan!" dedi. " Noldu?" dedim; " Gelmeye miydim?".  " Yok; hayır da, ben yine rüya görüyorum sandım." dedi. O an daha iyi anladım beni ne kadar özlediklerini. Eee; kolay değil, neredeyse bir yıl oldu birbirimizi görmeyeli...
  Bütün gün oturduk sohbet ettik. Alfonzo defalarca rüyasında görmüş geldiğimi. Aslına bakarsanız hepsi görmüşler. Büyük Cadı da o yüzden dönmüş uyumuş; 'Yine rüya görüyorum' diye düşünmüş yavrum.
  Akşama kadar gırgır şamatanın ardı arkası kesilmedi. Alfonzo yine peşimden ayrılmadı;Büyük Cadı'yla Violin yine yanımdan kalkmadılar. Bütün gün hepsiyle sarmaş dolaştık yani.
  Artık doğum günü kutlama saati yaklaştı tabi, herkes güzelce hazırlandı. Saat 8'de kutlama mekanına gidildi.
  Hemen ekibi sayıyorum; Jüli, Elinala, Büyük Cadı ve ben. Mekana gittik köşemize güzelce yerleştik. Gerçi; gecenin ilerleyen saatlerinde; Büyük Cadı'nın ilk organizasyon tecrübesi olduğu için küçük pürüzler oldu ama, artık kalanları Jüli'yle ben çözdük. Bu arada, Büyük Cadı'nın arkadaşları da geldiler normal olarak. Aralarında önceden tanıdığım tek kişi Eda olduğu için, sadece onun adını hatırlıyorum. Diğer iki arkadaşı yazımı okurlarsa alınmasınlar; isim hafızam berbattır. Sonuç olarak; ortalama 10 kişi olarak gecemize devam ettik
  Tabi şimdi, bir ayrıntıyı yazmazsam kendimi suçlu hissederim. O yüzden paylaşmak durumundayım.
   Blogumu takip edenler, konuları az çok biliyor zaten. Bilmeyenler de önceki yazılarıma bakma zahmetinde bulunun lütfen...
  Hani ilk yazımda birinden bahsetmiştim ya; heh işte, o gece o da kutlamaya dahil oldu. Neden derseniz; zamanında Violin'ya keman dersi verdiği için, ev halkını; doğal olarak da Büyük Cadı'yı tanıyordu. Pek tabii olarak da kutlamaya katıldı. ( Şimdi bu noktada hak yememek adına bir açıklama yapmak zorundayım; kardeşlerimle onun aracılığıyla tanıştım. O yüzden ona kocaman bir teşekkür borçluyum. Ya da dur; " TEŞEKKÜR EDERİİİİİM!!". Heh, artık borçlu değilim...)
  Her neyse; orada bulunduğumuz süre içerisinde neredeyse hiç diyaloğa girmedik. Aslına bakarsanız; birbirimize bakmak bile gelmedi sanırım içimizden. Zaten konuşacak bir şeyimiz de yoktu; o yüzden ihtiyacımız da yoktu iletişmeye.
  Her ne kadar ortam ve müzikler hoşlanmadığım tarzda olsa da , Büyük Cadı'm için oradaydım. Tecavüzden kaçmaya niyetim olmadığı için, mütemadiyen zevk almakla meşguldüm. Bir ara soft parçalar çalmaya başladı. Büyük Cadı elimden tuttu beni kaldırdı. " Hadi, dans edelim." dedi.
  Normal şartlarda dans etmekten hoşlanan biri değilimdir. Ama kardeşim istemiş; kırma şansım yok. Kalktım, dans etmeye başladık. Aradaki muhabbetlerden bahsetmeyeceğim; malum, abi - kardeş arasında... Ama dans boyunca sevgi patlamalarımız eksik olmadı.
  Şunu söylemek zorundayım arkadaşlar; hep bir kız kardeşim olmasını istemiştim ve oldu, hem de iki tane ( erkek kardeşlerim konusuna girmiyorum; keza saymaya başlarsam yeni bir yazı çıkar. Aslında, onlar hakkında da bir yazı yazabilirim. Dur ben bunu bir düşüneyim).
  Anlayacağınız,Violin'nin ve Büyük Cadı'nın yeri benim için apayrı. O yüzden ikisini de bir türlü kıramıyorum. Ama bu sert bir abi olduğum gerçeğini değiştirmiyor. O yüzden kızlar, sakın her şeyinize göz yumacağımı düşünmeyin. Gereken yerde bacaklarınızı kırmayı iyi bilirim; ona göre!
  Gece boyunca fırsat buldukça Büyük Cadı'yla da Eda'yla da dans ettik. Ama öyle bir parça sıralaması vardı ki, artık danslar birbirine karışmaya başladı. Bir an romantik romantik dans ederken, iki dakika sonra 'Clubber' oluyorduk.  Gecenin sonuna doğru iyice işin boku çıktı. Lavaboya gitmek için masadan kalktığımda 'club' şarkısı çalıyordu; döndüğümde herkes halaya durmuştu, o kadar yani...
  İzmir'e geldiğimin ilk 24 saati böyle geçti. İzmir'deki ailemle geçirdiğim en güzel günlerden biriydi. İyi ki doğdun Büyük Cadı'm. İyi ki varsınız canlarım. Sizi çok seviyorum.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Öncelikle şu dün gece anlattığım meseleden konuşalım...

  Efendim; dün gece 'Kırmızı' adlı arkadaşımda kalmak suretiyle sabahladım. Tabi uykusuzluk sebebiyle beynin yorgunluk belirtileri göstermeye başlaması pek de sürpriz olmadı.
  Bilmeyenler için küçük bir açıklamada bulunayım; beyne restart atmadığınızda ( yani adam gibi yatağa yatıp yeterli uykuyu almadığınızda) , beyin yorgunluğu baş gösterir. Bunun sonucunda kişide saçmalama, hayaller görme, cümlelerde tutarsızlık, konuşma sırasında 2 - 3 saniyelik duraklamalar görülür. Aslına bakarsanız beden yorgunluğunda yaşanan saçmalıklardan çok da farklı şeyler yaşanmaz... 
  Bu kadar açıklamanın şimdi yazacaklarımın nereden, nasıl, neden ortaya çıktığını anlamanızı sağlayacağına eminim. O yüzden, eğer ayaktaysanız oturun; oturuyorsanız yanınızda mendil olup olmadığından emin olun. Zira ya gülmekten altınıza yapacaksınız; ya da siz de benim gibi biraz kaçıksınız...
  Son 1 haftadır, ünlü korku oyunu ve filmi serisi Resident Evil ( Türkçeye ' Ölümcül Deney' olarak çevrildi)'in pençesindeyim. Konuyu bilmeyen kalmış mıdır emin değilim ama, en kısa halini söyleyeyim; Amerikalı dingil bilim adamları biyolojik silah yapıcaz derken, dünyanın sonunu getiriyorlar.
 Düşünün; sizin dışınızda tanıdığınız tanımadığınız herkes beyninizi yemek isteyen vahşi, saldırgan, beyinsiz yaratıklara dönüşmüş. Bu yaratıklar canlı değiller; tek olayları beyin yiyebilmek için hareket ediyor olmaları. Kısaca insanlığın büyük bir kısmı ' zombi' olmuş ve bok varmış gibi siz hayatta kalmışsınız.
  Tabi; Tanrı'nın tek sevgili kulu ( gerçi böyle bir ortamda canlı kalmış olmak nimet midir bilemiyorum) siz değilsiniz ama, muhtemelen sizin durumunuzdaki herkes Hz. Yusuf'u anma aşamasını geçip, saklanacak güvenli bir yer aramaya başlamıştır. 
  Şimdi; 'bu kadar şeyi neden anlattın birader?' derseniz, dün gece ' Ben olsam ne yapardım' konulu seminerimle arkadaşımın beynini yemeye çalışan zombilerden birine dönüştüm. Fikirlerimi size de anlatmazsam kendimi suçlu hissedecektim. Yanınıza gerekli teçhizatı aldınız değil mi? O zaman başlıyorum efendim...
  Uyandım; sıradan bir gün. Annemin odasının kapısını açtım; mışıl mışıl uyuyor. Demek ki erken uyanmışım. Bilgisayarı ve modemi açıp masaüstü ekranının gelmesini bekliyorum. Evet, internete bağlandım. Önce bir Facebook'a bakmak lazım. Bildirimler, mesajlar falan vardır illa ki. Sayfa açıldı; o ne lan öyle?? Hass..ktir!! Ne zombisi lan?? Yok lan şakadır bu herhalde. Birileri t.şak geçiyor canım. Zombi diye bir şey yok bir kere. Dur bakalım, sayfayı biraz aşağıya indireyim. Eee, herkes zombi haberleri paylaşmış. Aha! Bir video var; e açalım madem... Oha! Taksim meydanına bak!!! Bildiğin zombiler insanlara saldırıyor lan! Türkler zombi filmi mi yapmaya karar verdi acaba? Ama yok lan; bu parçalanmalar falan çok gerçekçi...  Anne! Anne uyan! Anne uyanman lazım!! Ne demek ne var?? Bütün gece nette değil miydin? Görmedin mi bunları?? Haa; tamam ya kızma... Ya anne geç onu şimdi; adamlar zombi diyorlar, Taksim'de insanlara saldırıyorlar diyorlar. Anne sana film gibi mi geldi bunlar?? İyi gel benimle!!
  Annemi tuttum kolundan ön balkona doğru sürükledim. Ufaktan penceredeki tülü araladım. Ahan da oradalar!! Mal mal, oradan oraya yürüyorlar. Gördüm mü annecim? İşte bu, ayvayı koçan moçan ne varsa yediğimizin resmidir... 
  Anne dur! Panik yapmamamız lazım... Kapı kilitli değil mi? Hemen gittim kapıyı kontrol ettim; iyi ki şu çelik kapıyı taktırmışız. Kilitleri sessizce kilitledim. Kapının deliğinden apartman boşluğuna baktım; ışık yok. Demek ki binada hareket yok. Güzel. Anne; mutfağa girip bir bakar mısın? Ortalama kaç günlük yiyeceğimiz var? Ben de yavaşça panjurları indireyim. Evin sokağa bakan kısımdaki panjurlarını sessizce indirdim. Bahçeye bakan kısımdakiler açık kalabilir; ama perdeleri açmamak lazım. Hass..k! Arka balkon!! Hemen Arka balkona koştum. Neyse, ortalıkta kimse görünmüyor. Bu alt komşuya zamanında yeterince küfür etmedim ya şu çıkıntıları yaptırdığında... Neyse, apartmanı kontrol etmem gerekecek... Anne, sen evde kal; şu arka balkonu kapatmamız lazım bir şekilde. Ama dikkat et dışarıya görünme tamam mı? Ben apartmanı kontrol edicem...
  Bir elime fener, diğer elime çekmecedeki ekmek bıçağını aldım ( ekmek bıçağıyla ne yapacaksam...). Kilitleri sessizce açtım. Kapıyı aralayıp apartman boşluğuna feneri tuttum... Hareket yok... Kapıyı biraz daha açınca otomatikler yandı; hâlâ ses yok. Güzel; apartmanın içi temiz. Yan komşunun kapısını çaldım. Açan olmadı. İçerden ses de gelmiyor. Belki tatile gitmişlerdir. Son baharda kızının yanına gider genelde. Hadi diğer katlara bakalım...
  Bütün katları dolaştım. Toplamda 8 kişi olduk. 2 çocuk, ben dahil 3 erkek ve annem dahil 3 kadın. 
  Burada biraz ara vermek istiyorum. Roman yazarı tarafım kendini göstermeye başladı ki bu , yazının uzun süreceği anlamına geliyor... Haydi şöyle bir şey yapalım; devamını duymak isterseniz bunu bana bildirin, ben de size hikayenin kalanını anlatayım. Ne dersiniz?

25 Ekim 2011 Salı

Olur gibi lan aslında...

Tabi şimdi trende kadıköye giderken yazı yazmak da nerden çıktı diyeceksiniz. Bir anda beliren düşünceleri kelimeye dökebilmektir yazma yeteneği. Öyle saatlerce düşünüp ölçup biçip yazmak yetenek değil bilimdir. Eee ben bilim adamı değilim, kendimce sanatçıyım. O yüzdendir ki, aklına geleni söylemekten farkı olmayan bu fütursuzca hareketi de içim rahat bi şekilde yapıyorum. Biri bok atarsa ' zaten bütün sanatçılar biraz delidir' savıyla götümü kurtarabilirim. Bu arada bugün en sevdiğim ulaşım yolları olan treni ve vapuru kullanıyorum, bu yüzden de gayet mutluyum. Hatta baya baya mutluyum lan! Trenle ve vapurla yolculuk yapmak çok keyifli bi kere! İkisinde de bir sağa bir sola sallanıyorsun ve ölücem diye korkmuyosun. Otobüs öyle mi: biraz fazla göt atsa bizim götümüz çıkıyo çarpıcaz diye. Bence otomobiller yasaklansın, alayı geri dönüşüme sokulsun; tren metro vapur ve motorsiklete geri dönüştürülsün. Cidden daha güzel olmaz mı lan? Bak tek başına bi yere arabayla gidiyorsun, 30 TL benzin gidiyo ( istanbul şartlarında) otur adam gibi metroyla git motorsikletle git. Ulan hiç birini istemiyorsan bisikletle git spor yap da şu götünü küçült biraz! ( hayatımdaki koca popolu hatunlar ola ki bu yazıyı okursanız lafım sana değil; alınma yani )

Not: Bu yazı saat 13:30 civarı yazıldı; anca eve geldim. O yüzden şimdi eklendi. Açıkladım; mutluyum...

23 Ekim 2011 Pazar

Valla ben böyle düşünüyorum!

  Şunu anladım ki, ben düzenli ilişki adamı değilim. Ya imkan olmuyor; ya hatun olmuyor. İkisi bir arada daha denk gelmedi bana. Bu bir şans mı şanssızlık mı çözemedim ama pek de sıkıntısını yaşamıyorum ne yalan söyleyeyim. Düşünsene abi; para var, hatuna harcıycaksın. Yok şuraya gidelim, yok bana şunu al, aaa hayatım bu çok güzelmiş... Yok lan; hatuna özel olarak para harcamak iş değil...
  Ama hatundan hatuna da fark var di mi lan? Yani para harcanacak hatun var, harcanmayacak hatun var. Şimdi şöyle aklı başında, sohbeti güzel bi hatunla bi yerde oturup iki bira içmek adama koymaz. Ama tutup da hadi cluba gidelim dans edelim kafa s.kelim diyen hatunla da bi yere gitmek adama koyar yaw! Hemen bir hesap çıkartıyorum; 2'şer biradan 4 adet bira 12 lira ( nerde içeceğini bilirsen tabi), cluba iki kişi gitmek en az 200 lira ( nereye gittiğin pek fark yapmaz). Peki, kar-zarar tablosunu göz önüne alırsak; 2'şer bira içtiğin hatunun dostluğunu, bir ihtimal kalbini kazanma şansın ortalama olarak % 60, cluba gidip içip sıçtığın hatunun dostluğunu ya da kalbini kazanma şansın ( en azından benim için) %20. Bu durumda mantık ne der; ' kâr nerde fazlaysa orda dur' di mi? O zaman napıyoruz abi; ben hatunları götürüyorum bara, ufaktan kafa çekiyoruz. Sonra da duruma bakıyoruz; dost mu, tırt mı ( dikkat ettin mi; sevgili mi diye yazmadım bile, çünkü bu ortamdan aşk çıkma ihtimali %10. Tecrübeyle sabit ).

Evet, 2. kez cinayet işledim...

  Herkesin bir unutma yolu vardır; ben öldürerek yapıyorum. İlk sevgilimi unutmak için öldürmem gerekti. Evet kolay olmadı ama bir şekilde toprağın altına soktum. Şimdi de son sevgilimi öldürdüm; nasıl mı?
  Açıklayayım efendim; hayatıma giren kadınlara her zaman farklı bir kimlik veririm; ilk sevgilimin iki ön adı vardı. Ben Hep ilk adını kullanırdım. Diyelim ki adı Ayşe Fatma Özer... Beni terk ettiğinde ( bu arada önemli bir ayrıntı vereyim, %90 terk edildim... ) dedim ki kendime; " Ayşe Özer artık yok! O çoktan öldü; evlenen hatun o değil. Fatma Özer evlendi; Ayşe Özer ise öldü. Allah rahmet eylesin..."
  Son sevgilimin adı ( bizim verdiğimiz adı) bir melek adıydı tahmin edebileceğiniz gibi. Şimdi kendime bunu kabul ettirmeye çalışıyorum; " O kanatlarını kaybetti ve cennet bahçesinden düştü. Artık öyle bir melek yok..."
  Sapıkça geliyor di mi? Hayır değil! Uzun zaman oturup ağlaya zırlaya kafa çekip sigara pöfürdetmektense ( ki bu ara çok sakat; malum zamlar ağzımıza s.çtı) öldürüp bir daha olmayacağını kabullenmek ve hayata devam etmek daha mantıklı! Ha bunu sen yaparsın yapmazsın; bana ne lan?! Sen acı çekmekten memnunsan ben napiim??

Peki şimdi napıyorum?

Evet, saat sabahın 5'i ve ben hala oturmuş yazı yazıyorum. Arada da kahvemi yudumluyorum. Ama sigaram bitti arkadaş! 'Sigarasız kahve bi boka benzemiyo' diyesim geldi bi an ama vaz geçtim. Kahveyi yanlız da seviyorum lan ben! Al sana manidar bir cümle; " Sensiz, sigarasız kahve gibiyim, yalnız da seviliyorum." Aslında güzel kapak olur bu cümleden haaa. Düşünsene, eleman günlerdir yalvarıyo ' Nolur dön! Çok seviyorum inan! Bak çok pişmanım...' falan diye; yapıştırcan bu lafı, ondan sonra kudursun yavşak!
  Ben çok sinirleniyorum lan öyle dallamalara! Önce bi bok ye, ondan sonra gel yalvar; yok ' Bi hata yaptım', yok ' Ben sensiz yaşayamam', yok 'Bana senden başkası bakmıyo'... Gerçi bu sonuncuyu kimse kendine yedirip söyleyemez ya; neyse...
  Bu arada; bok varmış gibi, dün akşam arkadaşın bilgisayarına format attık. Tabi uğraşması bana kaldı... Herif döndü kıçını uyudu; ben oturdum başına uğraşıyorum. Sürücüleri bul, biçimlendirmeleri yap, torrentleri kontrol et, performans testi yap. Ulan ben kendi bilgisayarımla bu kadar uğraşmadım be! Daha geçen ay bi format attım; o da lazımdı yani. Nerdeyse 2 yıldır format yemiyodu lan bilgisayar! Gerçi bütün müzik arşivimi silmek zorunda kalmak biraz acı koydu ama... Allahtan limitsiz internet ve torrent var; yoksa götüm yemezdi öyle bişey yapmaya...
  Bi yarım saat kadar ara verdim yazıya çünkü indirdiğimiz oyun yüklendi. Dayanamadım oynamaya başladım. Kafadan 3 bölüm geçtim. Biri beni durdursun demeye kalmadı, bilgisayar beni durdurdu; hata verdi şerefsiz! Tam da almıştım gazı gidiyodum lan!!
  Eh artık uyuyim ben yoksa bütün boşa gidecek. Ya da bi kahve daha mı içsem lan?? O Ara oyuna da bakarım biraz... Neyse dur bakalım...

Dur önce bi neler olduğunu konuşalım...

Bu kadar zamandır internet kullanıp da bir tane bile blog açmayan bir şahış olarak; kendime ve potansiyel okuyucularıma bir açıklama yapmak zorunda olduğumu hissettim; ahan da açıklıyorum...
 Efendim bendeniz, Gabriel ( türkçesi Cebrail'dir; kendisi önemli bir baş melektir ayıptır söylemesi) adını aldığımda ( daha doğrusu kendime bu adı takma cesaretine ulaştığımda ) sene 2008 idi. Ondan öncesinde zaten meleklere karşı engel olamadığım bir takıntım vardı ( bu takıntının kaynağı sanırım Buffy The Vampire Slayer'da David Boreanaz'ın canlandırdığı 'Angel' karakteri. Vampirizm takıntımın da kaynağının aynı olduğunu duymak sizi çok şaşırtmaz herhalde... ).
 Daha şimdiden sıkıldın mı? Evet çok fazla parantez açıyorum; sürüsüne de açıklama yapıyorum. Ama bunu iyi bir amaç için yapıyorum; iki ay sonra bana gelip de ' ya birader sen böyle böyle diyon da; nerden çıktı bu melek vampir ayakları?' deme diye yapıyorum. Evet; aynı şeyi 1000 kere söylemekten hoşlanmıyorum, bi kerede toptan temizliyorum; ne var?
 Tamam konuyu çok dağıtmayalım. 2008'in bir yerlerinde ( tam tarih vermiycem bana ne...) Bana çok benzeyen biriyle tanıştım. Huyu suyu, şuyu buyu her şeyi bana yakışan bi karşı cinsten bahsediyorum. Sohbetimiz keyifliydi, zevklerimiz yakındı. Ama en önemlisi, takıntılarımız aynıydı.
 Dedik bu iş böyle olmaz, ikimiz de meleğiz madem, isimlerimiz nerde? Ahan da o gün Gabriel doğdu.
 Şimdi diyeceksin ki, 'Ulan godoş; kendini melek ilan ederek zaten götlük yapıyon, bi de Gabriel'e mi bulaşıyon?' Canım benim; Gabriel çok sık kullanılan, unisex bir isimdir. Malum Cebrail adında bir sürü insan var Türkiye'de; yani ortada sıkıntı yok. Hem bu benim yasal hakkım arkadaşım; Norveç Vatandaşı bir kişilik olarak, devlet bana bu ismi kullanma izni vermiş. Sana mı sorucam lan daha?
 Dur dur; kendi kendime gerilim yaratıp konuyu dağıtıyorum. İşin önemli kısmına daha gelmedim. 2011'e geldiğimizde, benim bu über uyumlu olduğum şahış, en sıkıntılı olduğum dönemde, beni aldatmayı tercih etti ve ilişkimizin sonlanmasını sağladı. "Tamam," dedim; sonuçta mutluluğu başka yerde bulmuş canım! Daha bana bok yemek düşer; di mi?
 İşte ben de o boku yedim efendim; aradan 7 ay geçti, ben çok lazımmış gibi kendisine bir şekilde ulaştım ve ne göreyim? Alnında kocaman harflerle bir isim. Altında da " Alın Yazımsın" diye bir yazı.
 İşte Gabriel o an dedi ki; artık yeter! İçime atacağım kadar attım! Artık sesini çıkarma vaktidir! Saklanmaktan vaz geçip, dünyaya ayak basma vaktidir!
 Evet abi, bu kadar şeyi o an kafamdan geçirdim. Aha şimdi de buraya geçirdim. İyi olmadı mı lan ?! Ben biraz rahatladım valla... Ama bu iş burda bitmez; daha anlatacaklarım bitmedi...