28 Kasım 2011 Pazartesi

Ve Gabriel İzmir'e ayak bastı!

  Ayın 18'inde, aynı bu yazıya giriş yaptığım gibi ani bir şekilde İzmir'e gitme kararı vermemdeki en önemli sebep; Büyük Cadı'mın ertesi gün doğum günü olmasıydı. Ve kararımı sonuca kavuşturma arzumun tavan yaptığı saniyelerde, dış kulvardan atak yapan dostum Baş Deli golü bulduran ortayı yaptı.
  Tabi, şimdi açıklama yapmak lazım biraz. Ufaktan ufaktan yapayım, sonra konu farklı yerlere kayacak çünkü.
  Büyük Cadım; İzmir'de yaşayan Jüli Ablamın büyük evladı. Kendisi 17 yaşını doldurmak sureti ile iyice genç kız oldu. Tabi; serpilip güzelleştikçe benim 'ağabey'lik damarımı da iyice kabartmaya başladı zilli. Bir de gıcık; bir de gıcık, sormayın gitsin. Cidden sormayın ama, sırayla anlatacağım çünkü.
  18 Kasım saat 23:30'da otobüse binmek sureti ile yola çıktığımda, heyecan kat sayım artık bokunu çıkarmaya başladı. Her şeyden önce, İstanbul Cehennem'inden bir süreliğine de olsa uzaklaşıyorum. Bak tamam, İstanbul'da bıraktıklarımı özleyeceğim ama, neredeyse bir yıl önce İzmir'de bırakıp geldiğim şeyleri çoktan özledim Hem, Türkiye içerisinde yaşamak istediğim tek şehir İzmir. Tabii ki İzmir'e gideceğim diye heyecan yaparım; bu da benim en doğal hakkım! Hıh! ( Tribal ifade...)
  Ama bak hakkımı yemeyin, asli görevim olarak arkamda bıraktıklarıma mesaj çektim; 'Hakkınızı helal edin' ,  'İstanbul size emanet' diye. Yani sakın kimse bana laf etmesin! Anlaştık mı? İyi...
  Sabah saat 7:00 da İzmir'e geldik. Buçuğa kadar, gelmeyecek otobüslerin yolcularını bekleyen servisin hareket etme lütfunda bulunmasını bekledikten sonra, 8:00 civarında Jüli Abla'nın evinin kapısının önünde buldum kendimi. Pek tabii olarak zili çaldım; açan yok. Dedim ' Eee normal bu saatte, uyuyorlardır ama geleceğimi biliyorlar; uyanır şimdi biri'. İkinciye bastım; içeriden ses falan da gelmiyor. Hani biri kalkıp dikiz deliğinden de bakmıyor. Baktım olacak gibi değil; koydum sırt çantamı kapının önüne, deri montumu da çıkarıp attım çantanın üstüne. Yani bildiğin konaklama moduna girdim kapı önünde. Gerçi, bir hafta öncesinden tecrübeliyim kapıda kalma konusunda ya, neyse şimdi o başka bir konu...
  Üçüncü kez kapıyı çalışımda, Haşmetlum ( Jüli Abla'mın ev ahalisi arasında lakabı 'Padişah'tır; ben taktım o lakabı da! Ohh !) uyanmış, kapıyı yarım aralamış. Bir karartı fark edince 'Hah' demiş, 'geldi çocuk'. "Hoş geldin Gabriel; gel içeri" dedi ablam, gayet sakin bir tonlamayla. Sanki Şubattan beri görmediği oğlu değil de dün işe yolladığı oğlu gelmiş eve. "Gir gir, al çantanı da koy şuraya" dedi. Ben tabi içimden 'noluyo lan; rüya falan mı sanıyor acaba' diyorum ama alakası yok.
  Neyse, öptüm sarıldım falan. Tabi ben diğer ablamı bekliyorum. Fazla beklemem gerekmedi, evimizin ikinci direği 'Elinala' geldi. Sarıldık öpüştük onunla da. Meğer evdeki herkes geç  yatmış; o yüzden kimsenin başını kaldıracak hali yok.
  Baktım çocuklar ortalıkta yok; sordum 'neredeler?' diye, uyuyormuş benim danalar. Baktım saat 8:00. Dedim olmaz, uyanacaklar. Abileri gelmiş uyumak da neymiş? Gittim odalarına, açtım kapıyı; " Eee, hani saat 8'de kutlama vardı? Hala uyuyorsunuz?"
  İlk Alfonzo'nun ( küçüğümüz) gözler açıldı. İnanamadı bir türlü; " Gabriel abi?" diye bi çığlık koptu.
  Violin ( ortancamız) her zamanki sakinliğiyle şöyle bir doğruldu; " Gabriel abi..." dedi. Aynı sakinlikle geldi sarıldı; yanaklarımdan öptü.
  Eee; peki Büyük Cadı ne yaptı? Hemen söyleyeyim; şöyle bi baktı, sonra döndü arkasını uyumaya devam etti... Evet; yaptı bunu. Bildiğin dumur oldum ama belli etmemeye çalışıyorum. Hayır sesleniyorum takan yok! Baktım kalkmıyor; uzandım yanına açtım kafasına kadar çektiği yorganı, " uyansana hanımefendi! Abin geldi!" dedim.
  " Gabriel abi. Sen misin gerçekten?" dedi.
  Çocukların odasından çıktım salona geçtim. Jüli'yle sohbet etmeye başladık. Bir süre sonra çocuklar geldi. Büyük Cadı kapıdan şöyle bir baktı; " Anaa; gerçekten burdaymış ya lan!" dedi. " Noldu?" dedim; " Gelmeye miydim?".  " Yok; hayır da, ben yine rüya görüyorum sandım." dedi. O an daha iyi anladım beni ne kadar özlediklerini. Eee; kolay değil, neredeyse bir yıl oldu birbirimizi görmeyeli...
  Bütün gün oturduk sohbet ettik. Alfonzo defalarca rüyasında görmüş geldiğimi. Aslına bakarsanız hepsi görmüşler. Büyük Cadı da o yüzden dönmüş uyumuş; 'Yine rüya görüyorum' diye düşünmüş yavrum.
  Akşama kadar gırgır şamatanın ardı arkası kesilmedi. Alfonzo yine peşimden ayrılmadı;Büyük Cadı'yla Violin yine yanımdan kalkmadılar. Bütün gün hepsiyle sarmaş dolaştık yani.
  Artık doğum günü kutlama saati yaklaştı tabi, herkes güzelce hazırlandı. Saat 8'de kutlama mekanına gidildi.
  Hemen ekibi sayıyorum; Jüli, Elinala, Büyük Cadı ve ben. Mekana gittik köşemize güzelce yerleştik. Gerçi; gecenin ilerleyen saatlerinde; Büyük Cadı'nın ilk organizasyon tecrübesi olduğu için küçük pürüzler oldu ama, artık kalanları Jüli'yle ben çözdük. Bu arada, Büyük Cadı'nın arkadaşları da geldiler normal olarak. Aralarında önceden tanıdığım tek kişi Eda olduğu için, sadece onun adını hatırlıyorum. Diğer iki arkadaşı yazımı okurlarsa alınmasınlar; isim hafızam berbattır. Sonuç olarak; ortalama 10 kişi olarak gecemize devam ettik
  Tabi şimdi, bir ayrıntıyı yazmazsam kendimi suçlu hissederim. O yüzden paylaşmak durumundayım.
   Blogumu takip edenler, konuları az çok biliyor zaten. Bilmeyenler de önceki yazılarıma bakma zahmetinde bulunun lütfen...
  Hani ilk yazımda birinden bahsetmiştim ya; heh işte, o gece o da kutlamaya dahil oldu. Neden derseniz; zamanında Violin'ya keman dersi verdiği için, ev halkını; doğal olarak da Büyük Cadı'yı tanıyordu. Pek tabii olarak da kutlamaya katıldı. ( Şimdi bu noktada hak yememek adına bir açıklama yapmak zorundayım; kardeşlerimle onun aracılığıyla tanıştım. O yüzden ona kocaman bir teşekkür borçluyum. Ya da dur; " TEŞEKKÜR EDERİİİİİM!!". Heh, artık borçlu değilim...)
  Her neyse; orada bulunduğumuz süre içerisinde neredeyse hiç diyaloğa girmedik. Aslına bakarsanız; birbirimize bakmak bile gelmedi sanırım içimizden. Zaten konuşacak bir şeyimiz de yoktu; o yüzden ihtiyacımız da yoktu iletişmeye.
  Her ne kadar ortam ve müzikler hoşlanmadığım tarzda olsa da , Büyük Cadı'm için oradaydım. Tecavüzden kaçmaya niyetim olmadığı için, mütemadiyen zevk almakla meşguldüm. Bir ara soft parçalar çalmaya başladı. Büyük Cadı elimden tuttu beni kaldırdı. " Hadi, dans edelim." dedi.
  Normal şartlarda dans etmekten hoşlanan biri değilimdir. Ama kardeşim istemiş; kırma şansım yok. Kalktım, dans etmeye başladık. Aradaki muhabbetlerden bahsetmeyeceğim; malum, abi - kardeş arasında... Ama dans boyunca sevgi patlamalarımız eksik olmadı.
  Şunu söylemek zorundayım arkadaşlar; hep bir kız kardeşim olmasını istemiştim ve oldu, hem de iki tane ( erkek kardeşlerim konusuna girmiyorum; keza saymaya başlarsam yeni bir yazı çıkar. Aslında, onlar hakkında da bir yazı yazabilirim. Dur ben bunu bir düşüneyim).
  Anlayacağınız,Violin'nin ve Büyük Cadı'nın yeri benim için apayrı. O yüzden ikisini de bir türlü kıramıyorum. Ama bu sert bir abi olduğum gerçeğini değiştirmiyor. O yüzden kızlar, sakın her şeyinize göz yumacağımı düşünmeyin. Gereken yerde bacaklarınızı kırmayı iyi bilirim; ona göre!
  Gece boyunca fırsat buldukça Büyük Cadı'yla da Eda'yla da dans ettik. Ama öyle bir parça sıralaması vardı ki, artık danslar birbirine karışmaya başladı. Bir an romantik romantik dans ederken, iki dakika sonra 'Clubber' oluyorduk.  Gecenin sonuna doğru iyice işin boku çıktı. Lavaboya gitmek için masadan kalktığımda 'club' şarkısı çalıyordu; döndüğümde herkes halaya durmuştu, o kadar yani...
  İzmir'e geldiğimin ilk 24 saati böyle geçti. İzmir'deki ailemle geçirdiğim en güzel günlerden biriydi. İyi ki doğdun Büyük Cadı'm. İyi ki varsınız canlarım. Sizi çok seviyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder