29 Kasım 2012 Perşembe

Kıyafet Yönetmeliğiymiş...

   Kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesi konusunda tartışmalar devam ediyor. Ama benim midemi bulandıran şey yönetmelik değil; karşı çıkılma sebepleri.
   Bugün kuzenimin Facebook'da yaptığı bir paylaşımla irkildim. Yönetmeliğe karşı çıkma sebepleri temel olarak iki sebebin etrafında dönüyordu; zengin - fakir ayrmı ve cinsellik.
  Aslında kuzenimi azarlamak üzere kendimi hazırlamıştım ama kendime hakim oldum. Kendisine sormak istediğim iki tane soru vardı; sadece ona sormak yerine sizinle de paylaşayım dedim.
  İlk soru; zengin - fakir ayrımını yapacak olan çocuklar mıdır yoksa aileleri mi?
  Çocuk dediğin varlık sen ona ne verirsen onu alır. Çocuğun zengin fakir mantalitesi yoktur; o kendi gibi olanlarla oyun oynamakla meşgul olur. Onun dünyası senin benim dünyamdan çok daha farklıdır. Çocuk; çocuk olmayı bırakınca zenginlik - fakirlik, güzellik - çirkinlik, uzaklık - yakınlık gibi kavramları ciddiye almaya başlar. Yani o yaştaki çocuğa sen tutar da " Biz fakiriz yavrum; uzak dur o zengin züppelerinden!" dersen, ne demek olduğunu pek anlayamasa da 'zengin züppesi' arkadaşından uzak durmak zorunda hisseder kendini. Sen çocuğun zengin - fakir ayrımı yapmasından korkmaktan önce kendi mantaliteni sorgula beyinsiz!!
  Özür dilerim biraz gerildim... Öhüm; izninizle diğer soruma geçiyorum,
  Çocuk dediğimiz mahlukata cinsel kimlik veren kimdir?
  Çocuklar -yine çocuk oldukları için- diğer çocukları cinsel birer obje olarak görmezler. Bir çocuk için diğer çocuklar da sadece onun gibi çocuktur. Yani bir erkek karşısındaki kıza cinsel arzu beslemez; çocuktur çünkü lan!! 'Çocuk' o arkadaşım; çocuk!! Anlayın bunu; onlar sizin sapık ruhlu düşüncelerinizi barındıramaz, siz onların aklına zorla sokmadığınız sürece!!! Kıyafet yönetmeliğine abuk subuk sebeplerle karşı çıkacağınıza; önce kendi sapık ruhlu düşüncelerinize bir dem vurun. Sonra istersen oturalım sizinle evrenin yaradılışını tartışalım.
  Fazla sinirli ve gergin bir anımda patlama yazısı olarak karaladığım bu yazı ve içindeki hatalar için şimdiden özür dilerim sevgili okur. Merak etme; hiç bir şey değişmedi, yine aynı küstahlıkla yazılarıma devam edeceğim.
   Kendine iyi davran sevgili okurum; bir ara bana gel kahve içelim...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Tanrı...


Gecenin 3'ünde yaptığım bir konuşma beni bu yazıyı yazmaya mecbur hissettirdi sevgili okur. Yeni tanıştığım birine Tanrı kavramından bahsetmek üzereydim ki kendimi frenledim. Normalde bunu yapmazdım biliyorsun sevgili okur. Ama artık bu sorumluluğu almak istemiyorum. Bunun yerine düşüncemi buraya karalayacağım; okuyup düşünmeyi de sana bırakacağım.
  Tanrı; kavram olarak, her şeyin yaratıcısı olarak geçer. Her şey kavramı içerik olarak o kadar geniş ki... Dur şimdi, düşüncelere dalmanın sırası değil... Ben sana çok farklı bir şeyden bahsedeceğim sevgili okur; sana Tanrı'nın kim olduğunu söyleyeceğim. Ama bak; bir konuda anlaşalım, ön yargıyla yaklaşmak yok, tamam mı? Ya da istersen sadece yazının son cümlesini oku; seni ilgilendiren sadece orası da olabilir...
  Sevgili okur; şimdi söyleyeceklerim seni çok rahatsız edecek. Benden nefret etmene, hatta beni lanetlemene sebep olabilir. Ama önceki anlaşmamıza güvenerek açık konuşacağım; Tanrı Benim!
  Yani, aslında sadece ben değilim; sen de Tanrı'sın.
  Kafan karıştı değil mi? O zaman baştan başlıyorum...
  İnsanlar düşünme yeteneği kazandığı andan itibaren korunma ve tapınma ihtiyacı duymaya başladılar. İlk olarak insan, doğaya tapmaya başladı tahmin edebileceğin gibi. Nasıl yani dersen; her şey bir şimşeğin bir ağaca isabet etmesiyle başladı. Ateşi ilk defa gören insan oğlu elini yakan bu yanar döner şeyden korkmaya ve saygı duymaya başladı. Ama yağmur ateşin bütün ihtişamını yerle bir etti. Sonucunda suyun ateşten güçlü olduğu kanaatine vardılar ve suya tapmaya başladılar. Ama bu da uzun sürmedi; toprak ana suyu içine çekti. İnsanlar neye uğradıklarını şaşırdılar. Toprak o en çok güvendikleri varlığı yok etmişti. Demek ki toprak en güçlüydü. Ama ne yazık ki bu da uzun sürmedi; rüzgar toprağı savurdu attı uzaklara.
 Arka arkaya hayal kırıklıkları yaşayan insan evladı; artık bu saçmalığa bir dur demesi gerektiğini anladı. Bütün bu dünyevi şeylerden daha üstün bir şey olmak zorundaydı. Onları koruyup kollayabilecek; gerektiğinde onlar için karar verebilecek, kendileri savunamadıklarında haklarını savunacak bir şey. Bu ne olabilirdi?
 Uzun süre düşündüler ve sonunda bir karar vardılar. Hiç bir şeyin zarar veremeyeceği, göremeyeceği, duyamayacağı ama; her şeyi bilen, her şeyi yapmaya gücü olan bir varlık olmalıydı. Yoksa bu kadar şey nasıl ortaya çıkmış olabilirdi? 
  Farkında mısın sevgili okur? Bütün mesele ihtiyaçlar aslında; sığınma, güvenme, korunma ihtiyacı. Tanrı kavramı bu ihtiyaçlara bir çözüm olarak ortaya çıktı. Ve kusura bakma sevgili okur ama, Tanrı'yı biz yarattık. Daha doğrusu bizden öncekiler yarattı, biz de sorgusuz sualsiz inandık. Çünkü ihtiyacımız vardı. Sonra öyle bir benimsedik ki bu düşünceyi, kendi yarattığımız şeyin kölesi olduk.
  Dünya tarihine bakarsan; bütün büyük güçleri, tanrıları, kralları, insanların yarattığını görebilirsin sevgili okur. Biliyorum, senin için kabullenmek pek kolay değil. Ama biraz düşünmeyi dene; senden başka Tanrı'ya inanan ve bunu belirten bir canlı var mı? ( Ezan okunduğunda havlayan köpekler normal zamanda da havlıyor; bu bir kriter değil...) Normal olarak, senden başka Tanrı varlığından bahseden bir canlı çeşidi yok. Neden? Çünkü Tanrı senin - en büyük- eserin. Bu yüzden ( kabullenmek istemesen de) Tanrı aslında sensin sevgili okur. Ve Tanrı'nın varlığının kanıtı da sensin. Çünkü Tanrı'nın mimarı sensin. Başka bir kanıt aramana gerek yok. 
  Tanrı vardır sevgili okur... Ve evrendeki en güçlü, kurşun işlemez, yıldırılamaz, kandırılamaz, yok edilemez şeydir Tanrı; yani düşüncedir...

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kemal Atatürk


Jack Huberman'ın " Ateist Aforizmalar" kitabından alıntıdır;

Kemal Atatürk ( Mustafa Kemal Paşa, 1881 - 1938), Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ilk cumhurbaşkanı, amansız bir çağdaşlaştırıcı ve laikleştiricisi. İslam'ı devlet dini olmaktan çıkarmış, Arap alfabesini Latin harfleriyle değiştirmiş, Arapça verilen dini eğitimin yerine, Türkçe eğitim veren okulların açılmasını sağlamış, herkese oy hakkı tanımış ( evet, kadınlara da) ve en önemlisi, erkeklerin fes giymeyi bırakarak Avrupa stili şapkalar takmaya başlamasını zorunlu kılarak, Türkiye'yi olabilecek en uç noktaya dek çağdaşlaştırmıştır. " Atatürk'ün din hakkında söylediği olumlu şeylerden biri de, askerlerinin cennete gideceğini düşündükleri için ölmeye razı olduklarıdır."

 " Egemenliğini sürdürmek için dine ihtiyaç duyanlar zayıftır. Bu tıpkı halkı bir tuzağa düşürmeye benzer. Benim halkım demokrasinin ilkelerini , hakikatin prensiplerini ve ilmin öğretilerini benimseyecektir. Hurafeler tek tek yok edilmelidir."

9 Ağustos 2012 Perşembe

Kontes

  Sıcak kahve dolu bir fincan uzattı; " Al bakalım." Kahveden bir yudum aldım ve yanımda duran sehpaya koydum. " Anlat bakalım, geri zekalı dostum; o kadar zombi'yi bir araya toplamayı nasıl başardın?"
  " Ben... Sabah koşusuna çıkmıştım..." 
  " Hah haha! Tam bir geri zekalı! Gerçekten; ne bok yemeye dışarda dolanıyordun?" Karşımdaki koltuğa oturdu ve kendi fincanından bir yudum aldı.
  " Grubum için yemek aramaya çıkmıştık. İki arkadaşımı sokağın yukarısındaki süper markete yolladım. Onlara yol açabilmek için de etraftaki zombilerin dikkatini üstüme çektim."
  " Hayatın senin için pek de değerli değil anlaşılan. Peki belindeki tabanca neyin nesi? Su tabancası falan mı?"
  " Peşimde yeterince hayranım vardı. Daha fazlasını başıma toplamak istemedim. Peki, sen kimsin?"
  Yüzünü kapatan eşarbı çıkardı; " Sana adımı söylerdim ama; nasıl olsa unutacaksın. Sen bana Kontes desen yeter."
  " Hayatımı kurtaran birinin adını unutacağımı sanmıyorum, Kontes... Ben de..."
  " Kim olduğunu merak etmiyorum; kahveni iç, sonra evimi terk et."
  " Burada tek başına mı yaşıyorsun?"
  " Arkadaşların süper markette, değil mi? Bir an önce yanlarına gitsen iyi olur. Orada bulacakları şey, umduklarından biraz daha farklı olacak."
  " Nasıl yani?"
  " O kadar büyük bir yerde ne kadar zombi olabileceği hiç aklına gelmedi mi? En son gittiğimde içerisi cehennem karnavalı gibiydi. Arkadaşların yemek olmadılarsa, onları kurtarmak için çok zamanın kaldığını sanmıyorum." 
  Ayağa fırladım ve kapıya yöneldim. " Bu arada, burada uzun süre kalmayı planlamıyorum. Tekrar yardıma ihtiyacın olursa; beni buralarda bulamayabilirsin, geri zekalı."
  " Her şey için teşekkür ederim; Kontes. Brezilya kahvesi içmeyeli uzun zaman olmuştu." Şaşkınlıkla yüzüme baktı. Gülümsedim; "Eğer canın şarap içmek isterse, Petrus 1985 ikram edebilirim."
  " Uvv; şaraptan anlıyorsun."
  Masada duran kağıda baktım. Hemen yanındaki kalemi aldım ve bir şeyler karaladım. Sonra koşarak kapıdan çıktım.
  Jack ve Daniel'ın hala hayatta olduklarından şüpheliydim. Eğer Kontes'in dedikleri doğruysa, onları ölümlerine kendi ellerimle yollamıştım. Bu sorumluluğu alamazdım. Acele etmek zorundaydım.
  Süper markete doğru koşmaya başladım. Etrafta hiç zombi görünmüyordu. Süper markete ulaştığımda, ortalığın çok sessiz olduğunu fark ettim. Camlardan içeriyi görmeye çalışıyordum ancak; camlar boya gibi bir şeyle kaplanmıştı. Açık bir kapı ve ya içeri girebileceğim her hangi bir yol aradım ama her yer kapalı görünüyordu. 'Umarım o ikisi başarabilmişlerdir'.
 Süper marketin otomatik kapılarından birini açmaya çalıştım ama kilitli gibiydi. İşin ilginç tarafı, içerde hiç hareket görünmüyordu; ne zombi, ne de başka bir şey. Etrafıma bakındım; uzun, demirden bir sopa gözüme takıldı. Hemen sopayı yerden aldım ve otomatik kapının ortasındaki boşluğa soktum. Tüm gücümle asıldım ve kapıyı açtım. Karşımdaki manzara, gerçekten de bulmayı umduğumdan çok farklıydı.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Kurtarıcı Melek

  Pencerelerden sızan güneş ışığı; koridorda görsel bir şölen yaratıyordu. Sanki cennet bugün, bu evi aydınlatmaya karar vermiş gibiydi. Ama bu şölen birazdan kan ve et parçalarıyla taciz edilecekti; zira, ya ben zombinin kafasını koparacaktım, ya da o etlerimi savura savura beni midesine indirecekti.
  Bir pazar alışverişinin bu kadar aksiyonlu geçeceği kimin aklına gelirdi ki? Altı üstü marketten biraz yiyecek alıp barınağımıza dönecektik. Şimdi ise, bir zombinin öğle yemeği olmak üzereydim.
  Panik anında insan mantıklı düşünme yetisini yitirmeye başlar. Verdiği kararları alelacele almak zorunda kalır ve genellikle aldığı karar hatalı olur. Her şeyden önce sakin olmak zorundaydım. İlk kural neydi; asla köşeye sıkışma. Kapının sürgüsünü açıp apartmanın içine dönecek kadar zamanım yoktu. Hem, apartmana dönmek istesem bile; o kadar patırtıdan sonra apartmandaki zombiler kata doluşmuş olabilirlerdi. Bir tanesi ile karşılaşmaktan çekinirken, onlarcasıyla karşılaşmak... Evet; bu seçenek elendi. Daha hızlı düşünmeliyim! Durum analizi; uzun bir koridor, sadece bir zombi, elimde bir bıçak. Avantajlı benim. Tek harekette bıçağı başına sokmam gerekiyor. En rahat neresinden sokabilirim? Göz yuvaları! Hem beyne yakın, hem de yumuşak. Karar verilmiştir; saldırma zamanı! 
  Bıçağı, ucu öne gelecek şekilde tuttum ve zombiye doğru koşmaya başladım. O an vücudumda dolaşan adrenalinden midir bilinmez; zaman yavaşlamış gibiydi. '300' filmindeki savaş sahnelerinden birindeydim sanki. Adımlarımı duyabiliyordum. Fazla sessiz... Kalp atışlarım... Son 3 adım... 
  Daha bıçağı savurmaya fırsat bulamamıştım ki, zombinin beyni başının sol tarafından fırladı ve duvara yapıştı. Silah sesi? İçerde biri daha mı vardı? Hayır; silah sesinin yankısı içeriden gelmemişti. Sağımdaki kapıdan odaya girdim. Pencerede bir mermi deliği vardı. Karşı binadan birileri vip'den gösterimi izliyordu anlaşılan.
  Hemen pencereye koştum. Esrarengiz koruyucu meleğimle tanışmaya can atıyordum. Karşı pencereden bana işaretler yapıyordu. Anladığım kadarıyla alt metin şunlardı; " Koridorun sonundaki odaya git, pencereyi aç ve yangın merdiveninden aşağı in." Hemen koridora koştum. Zombinin beyin parçaları duvarda kaymaya devam ediyordu. Koridorun sonundaki odaya girdim. Tam karşımdaki pencereyi açtım ve yangın merdivenine çıktım. Aşağıda hiç zombi görünmüyordu. Apartmanın yan bahçesi kısmen korunaklı durumdaydı. Hızlı adımlarla merdivenden aşağı indim.
  Apartmanın ön kapısı son bıraktığımda çılgın hayranlarımla doluydu. Tekrar onların arasına girme riskini almalı mıydım? Az önceki keskin atışından sonra, sanırım kurtarıcı meleğime güvenebilirdim.
  Apartmanın ön tarafına doğru yavaşça yürüdüm. Duvarın kenarından ön kapının olduğu tarafa baktım. Ortalıkta hiç zombi görünmüyordu. Sanırım başka bir şey dikkatlerini çekmişti. Silah sesi? Hassk! 
  Bahçe duvarından sokağa atladım ve karşı apartmana koştum. Apartman kapısı kilitliydi. Burada beklemek fazla riskli olurdu. Hemen saklanacak bir yer bulmak zorundaydım.
  Ümitsizlik duygusu etkisini göstermeye başlamıştı ki; apartman kapısının yanındaki pencere açıldı ve biri kafasını dışarı uzattı; " İçeri gir, geri zekalı!"

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Koş!

  Bu daracık koridorda; tam karşımda, bana doğru sallana sallana gelen bir zombi vardı ve ne bok yiyeceğim hakkında hiç bir fikrim yoktu...
  Normal şartlarda polisin elinden silahını almak suçtur. Ama şu durumda; hayatta kalma planımın en önemli parçalarından biri; önümdeki polis cesedinin elindeki tabancayı almaktı... Çömelmiş bir halde elimde tuttuğum sopayı cesede uzatmış halimi gözümün önüne getirdiğimde; yolun ortasında bir kamyon tarafından ezilmiş bir kediyi dürtükleyen, fazla meraklı bir çocuk gibi göründüğümü düşündüm. Ama karşımdaki kediciğin kalkıp beni kemirmeye başlama ihtimali vardı.
  Sopanın ucuyla silahı kendime doğru çekmeye çalışıyordum. Arkamda duran iki delikanlı; ellerindeki bıçaklara sıkı sıkı sarılmış beni izlerlerken, silahı cesedin elinden kurtarmıştım. Aceleyle silahı kendime doğru çektim. Silahı alıp ayağa kalktım ve arkamdakilere gülümsedim ama onlardan beklediğim tepki; korku dolu bakışlar değildi.
  Arkamı döndüğüm anda beyaz, ölü gözleriyle bana bakan polisle yüz yüze geldim. Aç bir kurt gibi gözlerini bana dikmiş; ' Isırmaya nereden başlasam?' diye düşünür gibi beni süzüyordu. Yavaşça iki adım geriye attım; Uzaklaştığımı fark eden polis bir anda bana doğru hamle yaptı. O an panikle silahı doğrulttum ve silah zombinin dişlerini kırıp ağzına saplandı. Refleks olarak tetiği çektim.
  Hayatında ilk kez bir insana silah çekmiş ve ateş etmiş biri olarak; o sahne asla gözümün önünden gitmeyecekti; horozun mermiye vuruşu, merminin namludan fırlayıp zombinin beynini parçalaması ve beyin parçalarıyla beraber kafasının arkasından dışarı çıkması... Hayatımın en yavaş yarım saniyesini yaşamıştım.
  Silah sesi şehrin sessizliğinde yankılanmayı henüz bitirmişti ki; yerde yatan bedenler hareketlenmeye başladı. Arkamdakilere baktım; " Hadi; koşun!"
  Silahı pantolonumun arkasına sıkıştırdım ve koşmaya başladım. Bütün caddede zombiler vardı ve bizi fark edenler peşimize takılıyordu. Yerde yatan cesetlerden uzak durmaya çalışıyordum. Dani ve Jack iki yanımda koşuyorlardı ve yanlardan bize yaklaşan zombileri uzak tutmaya çalışıyorlardı. Önümüze çıkan zombilerden uzak durmaya çalışıyorduk ama sayıları artmaya başlamıştı. Tabancayı kullanamazdım; daha çok zombinin dikkatini çekme riskini alamazdık,  köşeye sıkışamazdık.
  Caddenin sonuna ulaştığımızda, arkamızda küçük bir zombi ordusu vardı. Ana caddeye ulaşmıştık ama her yer zombi kaynıyordu. Süper markete sadece 50 metre kalmıştı ve yolumuzun üstünde en fazla 20 zombi vardı. "Başarabiliriz; beyler, siz süper markete girin. Ben dikkatlerini üstüme çekeceğim. Sonra onları atlatıp yanınıza gelirim." Her ne kadar planıma 2 saniye kadar karşı çıkmış olsalar da; elimizdeki tek plan buydu ve yapılabilecek en mantıklı şey bu gibi görünüyordu.
  Biraz ilerimizde bir karavan vardı; hemen ikisini karavana soktum ve kapıyı kilitlemelerini söyledim. İkisinin de bakışlarında umutsuzluk vardı; gülümsedim; " Benden bu kadar kolay kurtulamazsınız."
  Karavandan uzaklaştım ve bir dört yol ağzında durdum. Silahı havaya kaldırdım ve bir el ateş ettim. Bir anda bütün ölü gözler bana dönmüştü. O an; bunun pek de iyi bir plan olmadığını düşündüm. Sanırım gerçekten umudum kalmamıştı.
  Etrafıma baktım; zombi yoğunluğu en az olan sokağa doğru koşmaya başladım. Zombilerden sıyrılmak yeterince zor değilmiş gibi; arkamdaki ordu iyice büyümeye başlamıştı.
 Demir parmaklıklı bir apartman kapısına doğru koştum. Tabancayı çıkarıp kabzasıyla parmaklıkların arkasındaki camı kırdım ve elimi kilit diline doğru uzattım. Lanet olsun; kolumu kesmek zorundaydım değil mi? Kapıyı açtım; hemen içeri girdim ve kapıyı arkamdan kapattım. Dışarı baktığımda gördüğüm manzara; konser sonrası hayranlarının saldırısına uğrayan bir rock yıldızı gibi hissetmeme sebep olmuştu.
  Kapıya ulaşmışlardı ve parmaklıklar arasından kollarını sallaya sallaya bana ulaşmaya çalışıyorlardı.
  ' Üzgünüm çocuklar; bu gece için başka planlarım var.'
  Bu binadan kurtulmak zorundaydım. Ön kapı; çıkmak için bir seçenek olmadığına göre, acilen alternatif bir çıkış bulmalıydım. Apartmanın arka tarafına doğru gittim ama sadece daire kapıları vardı. 'Arka çıkış kapısı yok. Pekala; o zaman üst katlara bir göz atsam iyi olur. Yoksa vahşi hayranlarım iyice çıldırıp beni parçalayabilirler.'
  Ara katlarda durasım gelmedi; direk en üst kata çıktım. Ama o kadar kat boyunca karşıma hiç zombi çıkmaması garipti. En üst kata ulaştığımda açık bir kapı gördüm ve hemen içeri daldım. Kapıyı kapatıp sürgüyü çektim ve kapıya yaslandım. Bu kadar hareket fazla gelmiş olacak ki; bacaklarım tutmadı ve yere oturdum. Evet, biraz soluklanmalıydım. Ama neden kendi nefesim dışında bir nefes daha duyuyordum?
  Kafamı kaldırdım; koridorun sonunda gözlerini bana dikmiş bir zombi duruyordu. Sanırım beyinleri yeterince çalışmadığı için bir süre bu şekilde bakıp kavramaya çalışıyorlardı. Yoksa bu zombi çoktan üstüme doğru koşmaya başlamış olmalıydı.
  Bacağıma bağladığım bıçağı çıkardım ve ayağa kalktım. Tabanca kullanma riskini alamazdım. Zombi benimle dalga geçercesine kafasını yana eğdi ve yavaş yavaş bana doğru yürümeye başlamıştı.
  Bu daracık koridorda; tam karşımda, bana doğru sallana sallana gelen bir zombi vardı ve ne bok yiyeceğim hakkında hiç bir fikrim yoktu...

19 Haziran 2012 Salı

1 Hafta Sonra...

  Dünyanın çoğunun yok olduğunu düşünmeye başlamıştım. Dışarda zombiler dışında hareket eden hiç bir şey kalmamış gibi görünüyordu ve ben 7 kişiyle beraber bir evde tıkılı kalmıştım.
  Zombi gerçeğini öğrenmemizin üstünden tam 1 hafta geçmişti ve yiyeceğimiz azalıyordu. Musluk suyunu kullanmıyorduk; içine her şey karışmış olabilirdi. Zaten bu bir haftayı paranoyaklığın sınırında geçirmiştik.
  Gece ışıkları açamadığımız için, duyduğumuz en ufak sesten ürküyorduk. Birimiz tuvalet için ya da su içmek için kalksa, ' acaba içeri zombi mi girdi?' korkusuyla elimizde ne varsa sarılıp saldırmaya hazırlanıyorduk.
  Gariptir; böyle bir şey gerçekten olursa; internet, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarının kopma ihtimali olamaz diye düşünürdüm hep. Yani; sonuçta artık her şey elektronik; eh, insanların biraz kafası çalışıyorsa, bağlantı imkanlarını sonuna kadar korumaları gerekir. Ama demek ki, o kadar da zeki değilmişiz. Büyük ihtimalle o an herkes canını kurtarmak için enikler gibi sağa sola kaçışıp bir yerlerde ölmüştür. Lanet olası ölüm korkusu; hepimizin sonu olacak...
  8. gün; bu paranoyakça düşüncelere son vermek ve yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıkmak zorunda olduğumun farkına vardım. Tabi ki; evdeki kadınlar başlarda çok tehlikeli olduğunu, gitmememiz gerektiğini söyleseler de; aç kalmayı hiçbirimizin gözü yemiyordu. Havanın aydınlık olması bize avantaj sağlayacaktı.
  Evlerdeki sırt çantalarını ve kendimizce silah olarak kullanabileceğimiz bıçak, tornavida, ne varsa yanımıza aldık. İlk gerçek yaşam mücadelemiz başlıyordu.
  Çelik kapının kilitlerini yavaş yavaş açmaya başladım. Her gün kontrol etmeme rağmen; hala apartmanda olup olmadıklarından emin olamıyorum. Kapıyı araladım; ses seda yok. " Çok sessiz olmalıyız. Arkamızdan kapıyı kilitleyin." 
  3 erkek, ellerimizde bıçaklar, sırtımızda çantalar; apartmanın önüne çıktık. Ortalık sessizdi. Rüzgarın sesi; şehrin gürültüsü yüzünden, bu sesi uzun zamandır duyamamıştım. Her an ölme ihtimalime karşı; bu anın biraz olsun tadını çıkarmak için bir kaç dakika rüzgarı dinledim.
 Yanımdakiler ne yaptığımı pek anlayamadıklarından ve ses de çıkarmak istemediklerinden, beni dürtüp duruyorlardı; " Gabriel; hadi, gitmek zorundayız." Haklılardı; bir an önce kendimize yiyecek bulmak zorundaydık.
  En yakın süper market; ortalama 250 metre mesafedeydi. Normal şartlarda bu çok kısa bir mesafe gibi görünebilir; ama etrafınızda sizi yemek için dolaşan yaratıklar varken o kadar da kısa bir mesafe olmuyor. Olabildiğince dikkat çekmeden ilerlemek zorundaydık. 
  Yürümeye başladık. Bir elimde ekmek bıçağı, sırtımda kılıç gibi bağladığım süpürge sapı ve neden taktığımdan pek de emin olmadığım bandanayla; 'savaşçılık' oynayan küçük bir çocuğa benziyordum. Sanırım kendini olaya biraz fazla kaptırmıştım. Aslında hayalini kurduğum anlardan biriydi bu; ama gerçek olacağını hiç düşünmemiştim.
  ilk köşeyi döndüğümüzde, yerde yatan cesetler görmeye başladık. Cadde boyunca rast gele serilmiş cesetler. Parçalanmış, uzuvları yenmiş, organları çıkarılmış insan cesetleri... Kusmamak için kendimi zor tuttum; görüntü ve koku kendimi tutmamı zorlaştırıyordu ama devam etmeliydik. Bundan sonra karşılaşacağımız şey tam olarak buydu.
  Biraz ileride bir polis arabası gördüm. Yanında yatan polis cesedinin elinde bir 'Mega 2000' vardı. Şu an ihtiyacımız olan son şey çok ses çıkaracak bir silah ama kendimizi korumanın en iyi yolu, elimizde silahlar olmasıydı. Cesedin yanına yavaş yavaş yaklaşmaya başladım. Arabanın kapıları kapalıydı ve camlarından içini göremiyordum. Polisin gerçekten ölü olduğundan da emin değildim.
 Aklımdan geçen bin bir çeşit saldırı görüntüsü eşliğinde, cesede yaklaşmaya devam ediyordum. Ortalama 10 metrelik mesafeyi bebek adımlarıyla kat etmek gereğinden fazla zamanımı almıştı. Sırtımdaki süpürge sapını çıkardım ve silaha doğru uzattım; 2 metre uzağımdaki ceset ve polis arabası ile aramda sadece bu sopa vardı...

20 Ocak 2012 Cuma

Biliyorum kızgınsınız...

  Ya da hiç umurunuzda değil. Evet; bir süredir yeni bir şey yazmıyorum. Ama sanmayın ki burayı unuttuğum için; yaklaşık 1 buçuk aydır yazıp yazıp siliyorum. Aslında hiç sevmem yaptığım bir şeyi yok etmeyi; ama nedense bu ara böyle oldu. Bu süre zarfında neler olduğundan bahsedelim mi biraz? Eh, başlayayım o zaman...
  İş hayatındaki bocalama dönemimden sonra İzmir'i fethetmeye gitmiş ve zaferle geri dönmüştüm; hatırlarsınız. Gidişim muhteşem olmuştu ama dönüşüm gayet dandik oldu. Evet, dönüşümün hiç bir özel tarafı olmadı; yine işsizim, yine yalnızım, yine mutsuzum.
  Aslında durum bu kadar vahim değil; sadece sosyal çevre durumu dibe çekiyor. Şöyle ki; Smyrna ( kendisi babam olur) ile bağlarımızı güçlendirme girişimimiz; onun umursamaz tavırlarıyla ( daha doğrusu hala yaşlandığını kabul edememesiyle) başarısız oldu. July'nin Ex'inin ayarlaması gereken ve şu ana kadar haber gelmesini beklediğim iş sonuçsuz kaldı. Bu arada Dede Kut ( anlayacağınız gibi dedem) parasını gereksiz yerlere harcamanın hıncını evdeki taburundan çıkarmaya başladı ki; hiyerarşik sisteme göre 'er' ben olduğum için, en büyük dayağı da ben yiyorum.
  Bu arada; İzmir tayfasıyla da aramızda bir soğukluk var gibi ama, ne bileyim, belki benim kuruntumdur. Yani umarım öyledir... Neyse...
  Bu 3 haftalık süre içerisinde, iki tane de ilişkim(!) oldu. Farkındayım; biraz hızlı gitmişim. Ama inanın bana göründüğü gibi değil. İlki zaten tam bir rezalet! Düşünsenize; internet üzerinden, hiç görmediğin biriyle duygusal (!) bir şeyler paylaşmak... Gerçekten çok saçma ve gereksiz bir olaydı. Bir kere anlattım; bir daha sormayın, oyarım!
  Ama ikinci ilişkim için yukarıda söylediklerimi söylemem imkansız. Uzun zamandır; bu kadar kültürlü, aklı başında, entelektüel bir kadınla bir ilişki yaşamamıştım. İnanın bana; şu ana kadarki ilişkilerim arasında ( ki sayısı konusunda daha önce konuşmuştuk; ya da ben öyle hatırlıyorum... Olmadı onu da yazarım bir ara... ) ilk 5 arasına girebilecek bir kadındı. Hayır, abartmıyorum. Bilmem farkında mısınız; bu aralar, kültürlü bir kadınla karşılaşmakla Jennifer Lopez'le öpüşme ihtimalleri yanyana koşuyor ( tamam, kabul ediyorum; Jenny'le öpüşme ihtimali 3-4 adım önden gidiyor).
  Belki de yakın zamanda bulabileceğim, bana gerçekten çekici gelebilecek 3-5 insandan birini; ilişki yaşamayı unutmuş olmam sebebiyle kaybettim. İnanabiliyor musunuz; ben nasıl duygusal bir ilişki yaşanması gerektiğini unutmuşum. Hani o; " Nerdesin aşkım?" , " N'apıyorsun aşkım?", " Seni çok özledim sevgilim"ler var ya? İşte onlar benim sonum oldu ( Tabii, Kırmızı'nın ve bu aralar yaşadığım saçma salak sorunları ona yansıtmış olmamın da etkisi yok değil... )
  İşte böyle sevgili dostlar; son 1 buçuk ayımın özeti bunun gibi bir şeydi. Bu kadar zaman ara verdikten sonra yazmaya başlamak aslında iyi de geldi. Hayır; yazmaktan vazgeçmek, yapabileceğim bir şey değil. Başınızı ağrıtmaya son sürat devam edeceğim.
  Kanatlarımı açtım; tozu dumana kattım ve gittim!